30 Eylül 2010 Perşembe

hadi hikaye yaz

bu fotoğrafları çavlan'ın http://pekguzelseyler.blogspot.com/ adresinden aldım. alış sebebim, bu fotoğrafların üstüne bilmem kaç tane hikaye yazılabilecek konumda olmasından dolayı. aklıma inanılmaz farklı hikayeler geliyor. öyle klişe falan da değil. biraz t.a.t testi gibi ama yine bakıp bakıp düşünmeye değer. 





profesyonel ev kadını


6 senelik çalışma hayatımın ilk 4 senesi "böhühühü ne zaman emekli olcam? artık evimin kadını olmak istiyorum!! böhühühüh" diyerek geçti. iş yerindeki sıkıntılarım, sabah evde en erken uyanan insan olmam, kulaklarımın telefona yapışmasından korkmamdan dolayı hep aynı teraneyi çekti çevremdeki herkes. o çevremdeki herkes sadece ve sadece tembel teneke olduğumu düşünürken benim derdim aslında bambaşkaydı..

ev kadınlığının tadına bakmak istiyordum. iki çocuk doğurup tüm gün yavrularıma şefkat ve sevgi aşılamak, onlara yeni öğrendiğim mamaları denettirmek istiyordum. öğlen programlarını izleyip, komşularımla dedikodu yapmak istiyordum.

akşam beyim geldiği zaman üç çeşit yemek, bir çeşit tatlı, bir salata ve meyvelerden oluşan bir masa ile karşılamak istiyordum.

ama şimdi düşününce bunları yapabileceğime kanaat getiremiyorum ne yazık ki. yani, yemek yapmayı seviyorum, tüm gün mutfakta kalıp dünyayı doyurabilecek harika şeyler yapabilirim. ama çocuk bakmaktan ne anlarım ki ben? tüm gün yorulup çocuğuydu, temizliğiydi, yemeğiydi, ütüsüydü falan derken eve gelen insanların beni köle isaura sanıp evden kaçmaları gerekir böyle bir durumda.

çalışan kadın bu yüzden şanslı işte. "tüm gün işteydim, ancak bu kadar oluyor" deyip kurtarır kendini. bunu anlamam geç oldu ama allahtan güç olmadı.

yine ev kadınlarına baktığımız zaman onların da çalışan kadınlara özendiğini açık açık görüyoruz. kendi parasını kazanıp kendi ayaklarının üstünde durabilmeyi istiyor hepsi. elin adamının eline bakmak hoşlarına gitmiyor pek.

ama o elin adamı seni kendine eş seçerken bunları biliyordun bacım.

bazı el adamları, eşlerini çalıştırmayı istemiyorlar. devir değişti, her türden pislik var, taciz var her yerde. iş yerinde olmasa bile yolda, otobüste taciz ederler, gibi düşüncelere sahip bir çok el adamı. ya da tacizi düşünmeyenler "yarın öbür gün bu şımarır, beni yok sayar, en iyisi otursun evinde çocuk büyütsün" diye de düşünüyorlar.

tabi canım, o kadını ailesi seninle evlendiği zaman evde otursun diye okuttu, o kadar çırpındılar, para harcadılar.

yine de kadınların özgürlükleri olmalı, bence bu konu el adamlarının kafasını değil kadınların kafasını yormalı. "beyim istemiyo çalışmamı" deyip bir kenara geçilmemeli.

evlenmeden önce bir çok kadın "çocuk doğurunca geçicem köşeme, oh yan gel osman yat aşşaaa" diye düşünüyor. düşünmüyorum demeyin, herkesin aklından geçiyor bu. ama yok öyle. madem geçiyorsun kenara, eşinin senden beklediği şeyler çoğalıyor. işte en büyük hatayı burada yapıyor kadınlar.

sevgili el adamları,
bırakın eşiniz çalışsın. bırakın kendi ayakları üstünde dursun.
siz çıngar çıkarmak istedikten sonra her şekilde çıkartırsınız zaten..
biz bunları aştık artık..

29 Eylül 2010 Çarşamba

reklamlar

mutluluk meğerse bilmem ne ankastre serisinden geçiyormuş..

o kadar senedir mutfakla uğraşırım, yemeğiydi, tatlısıydı, türlü türlü kendimce icat ettiğim değişik lezzetlerdi, temizlikti falan filan.. bunların hepsini de bizim eski, emektar mutfak dolaplarımız gördü, bizi hiç üzmediler. tek bir kapısında kırık yok, kolayca kapanıyor. hala daha yepisyeni duruyorlar.

şimdi, bilmem ne ankastreeee diye zırvalayan reklama ben küfür etmeyeyim de kim etsin?

mutluluk bu mudur? ankastre serisinden mi geçiyor?

o zaman boşanacak çiftlere geliyor sözüm :

bilmem ne ankastre serisinden edinin, boşanmayın.
siz sevgili bağyan, aldır kocana bunu, yap en güzel yemekleri..
sen sevgili bay, al eşine bunu ye yemeği, yap göbeği...
farklı heyecanlar yaşamak istiyorsanız da o zaman amerikan filmlerini baz alarak gecenizi mutfakta geçirin..

eheheheh benden bu kadar... bekara karı boşamak kolay çünkü!

film ekimi gelmiş


her sene olduğu gibi bu senede 9. düzenleniyor filmekiminin 8-14 ekim tarihleri arasında.

aşağıdaki linkten gerekli bilgiye ulaşabilirsiniz :


bana en cazip gelen filmler sihirbaz ve mutluyum devam et oldu. diğerlerini tam olarak inceleyemedim gerçi ama bu filmleri görmek için can atıyorum. mutluyum devam et, 9 ekim günü saat 13:30'da beyoğlu atlas sinemasında gösterime giriyor. eh bu da demek oluyor ki en sevdiğim yerde, merak ettiğim filmi izliyor olacağım bir aksilik olmazsa... eve gelir gelmez de notlarımı sizinle paylaşıyor olurum büyük bir ihtimalle.

new york, i love you da izlemek istediğim filmler arasında. bir çok türk ve yabancı oyuncu yer alıyor filmde. konusu ve oyuncuları itibariyle de ilgimi oldukça çekti. bakalım belki izleme fırsatı yaratabilirim kendime..

..........

dünden beri böyle bir sevgi kendime karşı. böyle aynanın önüne geçip geçip "allahım, sana binlerce kez şükürler olsun, hem bu kadar güzel, hem bu kadar akıllı :P, hem de bu kadar şirin yarattığın için beni!!" diye şükrediyorum Rabbime.. nereden çıktığını bilmiyorum. egom patlama yaptı sanıyorum. narsizmin doruklarındayım anlayacağınız. aman ne biliyim, insanın kendisini çok çok sevmesi çok çok güzel bir şey değil mi?

yani güzel olmasam, evet kendi kendimi kandırıyorum derdim. "iyi de sen demeyeceksin güzel olduğunu, başkaları söylesin bırak da" diyebilirsiniz. hayır efendim! benim, kendi kendimi telkin etme hakkım var bir kere! mazoşist miyim ben? illa birileri deyince mi güzel oluyorum yahutta?

nayn cano canlar...

siz kendinizi ne kadar önemli, ne kadar güzel ya da ne kadar sefil hissediyorsanız o kadarsınız..

esen kalınız..

28 Eylül 2010 Salı

malum oldu, uyandım

ya..

gecenin bi yarısı yine uykumdan uyandım. kalktım. niye aklıma gelen başıma gelir hep?

önce en sevdiğim arkadaşlarımdan birinin, uzatmalı sevgilisiyle barışıp, ortak feysbuk hesabı açtığını gördüm. çok mutlu oldum. arkadaşım o benim, o mutsuzken benim de canım sıkılıyor. çünkü o benim en boktan zamanımda yanımdaydı, beni üzen elinde olsaydı eminim boğazını sıkardı. öyle harbi, öyle delikanlı bir kızdır kendisi.

ikincisine gelirsek, ne biliyim, listemde ekli olmayan biri aklıma geldi. uzun zaman önce arkadaşımdı bu kişi. öyle ismini yazdım search kısmına, sonra çıkan fotoğrafa baktım. insanların iki yüzlü, haysiyetsiz olabileceklerini yine ve yine anladım. hani demiştim ya kazık sokana kazık girsin diye. kazığın en alası girsin, hak ediyor bazıları. sorun önemsiz, sorun basit olabilir. ama sinek de miniktir ve mide bulandırır. işte bundan yola çıkıyorum her defasında ve küçük sorunları hatta ve hatta bir tarafıma bile takmayacağım sorunları böylesine deşiveriyorum.

en iyisi ben uyku bandımı takayım, yatağıma yatayım. güzel rüyalar beni bekliyor...

have you met me?

sevgili cano canlar,

frijitlikten bridgetliğe geçiş dönemini yaşıyorum sanıyorum. hani çoğu zaman olur ya -ki çoğunlukla benim gibi hayalperestlerin işidir bu- bir başkasının yerine koyarsınız kendinizi. heh işte tam da o zamandayım şu anda. eski formuma kavuşuyorum sanıyorum. neyse efendim, gelelim frijitlikten bridgetliğe nasıl geçtim?

bildiğiniz üzre, bridget jones evde kalmış bir kadıncaz idi. neyse sonra hayatının aşkını falan buldu tabi şu anda öyle bir şey yok benim hayatımda. neyse geçiyoruz bu bölümleri, böyle umutsuz bir vaka bridget hanım. eh çok da umutsuz olmamakla birlikte hatta ondan daha iyiyim bazı konularda. ama ama ben niye böyle hissediyorum ya? bir daha duygusal ıvır zıvır filmler izlemeyeceğim! vallahi kadınları böyle filmler bunalıma sokuyor. test edildi, onaylandı.

eskiden aşk romanları okumaya bayılırdım. ama öyle pembe seri, beyaz seri, çılgın seri falan değil. mesela yüreğe söz geçmiyor diye bir eser okumuştum julia quinn hanfendi yazmıştı. bildiğin aşk romanıydı. okurken iyi oluyordu da okuduktan sonra öyle şeylerin yaşanmayacağını bilmek üzüyor insanı :P

aslında ne yalan söylüyeyim çok da üzülmüyordum. fazla romantik biriyle bir hayat geçmez! ağız tadıyla iki kavga edemezsin, her dediğine "he" der. kim ister böyle birini?

sonra, böyle o acılı, sancılı aşk öyküleri... "böhühühühüh" diye ağlayarak koşan kadınlar, sevdiklerine yalan söyleyenler acı gerçekleri bilmesin diye..

bir zamanlar bunlarla uğraştığıma inanamıyorum. hiç hoş bir şey değilmiş. herhalde insanın derdi, sıkıntısı, tasası olur. olmalı. ama böyle triplere girmek çok bunaltıcı. şimdi düşününce bile ruhum daralıyor yeminlen.

.........

dün akşam üşenmeseydim zira muffin yapcaktım. bu sefer dr. oetker olmaksızın. ama hem üşenme eyleminin tavanlarda olması hem de "bu saatte muffin yapılmaz, şimdi muffin diye başlayıp peynirli poğaçayla biter bu macera" diye düşünerekten yapmadım. oysa evde sevgili kardeşim ve sevgili kuzenim açbe aç benim hamarat ellerimden çıkacak olan muffinleri bekliyorlardı.

peynirli poğaçamız için malzemelerimizi söyleyeyim sizlere. belki yaparsınız.

MALZEMELER

1 su bardağı yoğurt,
1 çay bardağı sıvı yağ,
bir tutam tuz,
1 adet kabartma tozu,
alabildiğince un.


ben içine peynir koymayı tercih ediyorum en yağlısından. peynir, en çok poğaçaya yakışıyor. böreği de es geçmeyeyim tabi.


efendim bu malzemelerimizi bir güzel karıştırıyoruz ellerimizle. benim gibi manikürünün bozulmamasını isteyen güruhtansanız eldivenlerinizi giyiyorsunuz. gördüğünüz gibi hijyen ikinci planda kalıyor :P karıştırıp, kulak memesi kıvamına gelen hamurumuza poğaça şekli veriyoruz içine peynirlerimizi koyduktan sonra. üstüne yumurta sarımızı sürüyoruz ve fırınımıza atıyoruz. şimdi herkesin evindeki fırın başka çeşit olduğundan ısı ayarını bilemeyeceğim. hoş kendi evimde de ayarlayamıyorum ya. ya çok pişiyorlar ya da az. ama poğaçada tam tutturabiliyorum. öhümm, üstleri kızarınca alıyoruz fırından, soğuduktan sonra da afiyetle yiyoruz.


yapımı en kolay poğaça diyebilirim cano canlar. denemenizde çok fayda var.

27 Eylül 2010 Pazartesi

hastalık gelir hoş gelir.. tey tey!


hastalık hastasıyım demiştim değil mi?

evet demiştim.

dün yaptığım bazı konuşmaların üstüne önce belim ağrımaya başladı "psikolojik" olarak. üstüne midem bulanmaya ve sonrasında sabah 5 sularında sol bacağımda inanılmaz bir ağrı peyda oldu. öeehh dedim. ağrıdan yatamadım. en sonunda kalkıp bir tane apranax yuttum.

ve sonra..
sanıyorum placebo etkisini yine yine yaşadım.
hapı yutar yutmaz bacağımın ağrısı geçti. evet, inanılmaz, hatta mükemmel. ağrısız, sızısız bir saat daha uyumanın keyfini yaşadım doyasıya.

hani bu sabah yağan yağmurun yüzünden olmuş olabilir o ağrı bacağımdaki. genelde öyle oluyor. romatizmal bir şey.

ama ya diğerleri? öyle çok didikliyorum herşeyi, yine de sonuç sıfır. yani ben doktor olsam kendime tek bir şey söylerdim :

-kızım sen hastalık hastasısın.

ümidim dört kolluda taşınıp öte aleme geçmek falan değil. daha yaşamam ve öğrenmem gereken bir çok şey var ve ben bunları bilmeden, öğrenmeden, istediğim gibi ya da ona yakın yaşamadan bir yere gitmek istemiyorum.

ama ister istemez,
çözümünün sizin elinizde olduğunu
anlayabiliyorsunuz :)

galiba bu birazcık şımarıklık. ilgi manyağı bir bebekken ilgi manyağı genç bir kadına dönüştüm zamanla.

bak bu ilgi manyaklığı sendromunu atlatmam için de psikologa gitmem gerekecek :/

hayat çok zor be!

.......

bridget jones's diary soundtrack albümünü deşmeye devam sevgili cano canlar.

rosey - love
alisha's attic - pretender got my heart

bunlar şimdilik favorim olan şarkılardı. bu sabah yağmur nedeniyle trafik bayağı sıkışıktı. eh trafik öyle olunca ben de kitabımı kapatıp rüyalar alemine uzandım kulağımda kulaklıklarımla. sonra ninni gibi bir ses duydum. şöyle söylüyordu :

"did you miss me?"

evet, daha önce bin kere dinlediğim albümde bu şarkıyı nasıl es geçmişim hiç anlam veremedim. ya da uyku mahmurluğuyla ninni gibi geldi bana.

şarkımızın ismisi dreamsome ve söyleyen şahsın ismisi de shelby lynne. öyle tatlı bir sesi var ki bu hatunun.. uyuyamadığım zamanlarda ilk bu parçayı daha sonra yine uyuyamazsam jaqueline du pre'den dvorak'ı dinleyeceğim.

son kararlarım bu şekilde..

esen kalınız..

i'm a english woman in istanbul


ne yağmurdu be!

365 gün 24 saat şemsiyemle birlikte dolaştığım için kafam ıslanmadı. zaten şalım da vardı yanımda. ama minik ayaklarım için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. ıslandılar, üşüdüler. servis gecikti. bekledim. zaten erken çıkmıştım yağmur yağacak diye. nerdeyse 15 dakika bekledim o yağmurda. tek başıma..

upuzun saçlı, yine upuzun boylu genç bir çocuk geçti önümden. saçları benimkinden çok çok uzundu. boyu da maşallah dedirten cinstendi. saçlarını tutan lastiği çekti, bir hanımefendi edasıyla ıslak saçlarını savurdu öylecene. işte o an benim aklımdan tek geçen şey, o çocuğun benden daha da kadınsı oluşuydu. saçlarımı hayatta kimsenin içinde öyle savurmam. bu tutuculuksa, evet çok tutucuyum. mümkünse kimse beni farketmesin o kalabalığın içinde.

dolu dolu yağan yağmur sonucunda aklıma gelenler bunlar.


minibüste gördüğüm iki kız hakkında da yorum yapmadan geçemeyeceğim. ön koltukta oturan kızımız en fazla lise ikiye gidiyor gibi göründü bana. neyse. kızımız nasıl derler inek tipli bir kızdı. saçlar toplu, minik tutamlar çıkmasın diye tel tokalar iliştirilmişti her tarafına kafasının. gözünde gözlük, gömlek kollarının düğmeleri kapalı, boynunda dar ağacı ipi gibi çekilmiş olan kravat..

sonra başka bir kız bindi minibüse. aynı okuldan oldukları formalarından belliydi. tanışıklıkları varmış. bu kızımız oldukça rahata benziyordu. saçlar fönlü ve uzun, toka takılmamış. gömlek kollarındaki düğmeler kapalı değil, gömlek kolları kıvrılmış. kirpikler hafif rimellenmiş, düzgün konuşan bir kızdı.

bu iki kız başladılar muhabbete. inek takımından olan kızımız özenti gibi konuşmaya başlamasın mı? şaşırdım. öyle de gereksiz konuşuyor ki..

buradan alınması gereken ders : ben çok fazla ön yargılı oluyorum sabahları. bana dokunmayın karga kahvaltasını yapmadan.

25 Eylül 2010 Cumartesi

gecenin bi yarısı


the fountain'ı ikinci kere izledim uzun zamandan sonra. ikinci kere ağladım. uzun zamandır gözlerimde yaş namına bir şey kalmamıştı. bu sefer nedense fazlasıyla ağladım. duygusuzluğumu yendim galiba.

ağlamak güçsüzlük gibi geliyor bana. ağlamaktan başka bir şeyler yapabilmeli insan hüzünlenince ya da sinirlenince. en azından ben yapmalıyım. güçsüz olmaktan çok korkuyorum çünkü. sakınan göze çöp batar misali bir şey olacak en sonunda... işte bundan da korkuyorum ya..

sarı, sapsarı bir film the fountain..

izlemeniz dileğiyle...

............

dün yine kalan son maaşımla kitap aldım kitap. :)

sevgi soysal - tante rosa : niye bilmiyorum sevgi soysal'ı çok seviyorum. davasında hiç susmadığı için ya da erken yaşta en çok korktuğum hastalıktan öldüğü için de olabilir. daha önce hiç bir kitabını okumamıştım. tante rosa ile açılışı yapmayı uygun gördüm. tante rosa, sevgi soysal'ın teyzesini anlatan bir kitap. içinde bölümleri anlatan karikatür tarzı resimler var.

sinan yağmur - aşkın gözyaşları : elif şafak - aşk'tan sonra bunu okumak bakalım ne kadar tatmin edecek beni? en çok satılanlar arasında şu anda. hz. mevlana'ya olan sevgimden ötürü aldım.

...........

aaa dostlar! yine bencillik duygularım kabardı. nedenini asla söylemem ama bencil olduğuma bu akşam iyiden iyiye kanaat getirdim. bunu deşmem lazım bir bilir kişiyle. sinir olmuyorum, hoşuma da gitmiyor çok.

yine de kazık sokana kazık girsin :)

24 Eylül 2010 Cuma

el hubb der siyah kuğu


7 kocalı hürmüz filminin 1971 yılında çekilmişini on bin kere izlemişimdir. seviyorum eski türk filmlerini, o farklı ambiyansı. sonra, ayten gökçer tarafından canlandırılan haliyle tiyatro oyununu da izledim. ayten gökçer gibi ağırbaşlı bir kadına hürmüz rolünü pek yakıştıramamıştım. o kadar fingir fingir bir kadın değil çünkü.

yıllar yıllar sonra, nurgül yeşilçay tarafından canlandırıldı hürmüzcük. cuk oturmuş tek kelimeyle. şımarık, tatmin olmayan, gözü yükseklerde, fingirdek bir hürmüz'ü izledik.

bu sefer "tanrım" şarkısından başka şarkıları da dinledik filmde. bunlardan bir tanesi "el hubb".
"it's raining man" adlı naçizane şarkının türkçesi gibi bir şey. ama çok keyifli. ve çekim yasasını da çalıştırıyor gibi. hem bir şükür, hem de çokça istek var şarkıda.

gülse birsel'in seslendirmesi ve danslarla da tadından yenmeyecek hale gelmiş. valla ne yalan söyleyeyim onlar gibi dans etmek için sürekli aynı sahneyi izleyip izleyip duruyorum. ama dans özürlü bir odun olduğum için kalas misali savruluyorum oradan oraya.

bu arada el hubb'un anlamı muhabbet, karşılıksız sevmek demekmiş.

............

geliyoruz bir kitap tanıt dünyalar senin olsun adlı bölümümüze. (en azından benim için öyle cano canlar)

hannah ve son osmanlılar - nine moati : bu kitabı te ne zaman önce almıştım d&r'dan. fiyatı bayağı uygundu. herkes okusun diye bir kampanya vardı sanıyorum. konumuz, kitabımızın isminden de anlaşılacağı gibi osmanlı devleti'nin son zamanlarını kapsıyor yine hannah isminden de anlaşılacağı üzere yahudilerle ilgili bir kitap.

ve ve ve....
requiem for a dream, the fountain'ın yönetmeni darren aronofsky'dan
yine harika bir film...
bu aralık..
gördüğünüz tüm kuğuları O sanacaksınız...
natalie portman...
black swan....
coming soon...

fragmanını izlemeden, konusunu anlamadan sadece imdb'de fotoğraflarından gördüğüm kadarıyla izlemek için can attığım filmlerden bir tanesi. gelsin artık şu aralık yeaaa..
fragmanını izlerken de aklıma massive attack'ın butterfly caught klibi aklıma geldi. öyle bir çağrıştı.

veeee colin firth..
o endamlı ve karizmatik adamdan bir film daha geliyor :
the king's speech!!!!
bu filmi de heyecanla bekliyoruz. eheheh valla colin firth'e aşık değilim. :P yalnızca fazla ilgimi çekiyor o kadar.

bu günlük notlarım bu kadar cano canlar..

23 Eylül 2010 Perşembe

yeşil ve turuncu


havalar havalar..

sonbaharın geldiğini şu son bir hafta içinde anladım. üşüyorum kimi zaman, kimi zaman da bunalıyorum sıcaktan. ama yine de en sevdiğim mevsimdir sonbahar. böyle sıcaktan soğuğa geçmek, yağmurların tekrardan yağması beni sevindiriyor. öyle pozitif olduğunu sananlar gibi "güneşli günlerde çok mutlu oluyorum, enerjim tavan yapıyooooaaoo" diyemiyeceğim ne yazık ki. sevmiyorum güneşi. ben kapalı havayla mutluyum, enerjim o zamanlarda tavan yapıyooaaaoo :P


yani insanlar illa ki güneşi gördüklerinde mi mutlu olmak zorundalar? neymiş kapalı havalar enerjilerini düşürüyormuş. olabilir, ama bu şekilde olacak diye de bir kural yok bildiğim kadarıyla.


güneş, kuşlar cikciklerken, arılar vızıldarken, çiçekler eriğe dönerken mi çok güzel hep?

bana göre hayır.

bence, ılık bir günde, bulutların arkasına saklandığı zaman daha güzel. en azından yakıp kavurmuyor, hoyrat davranmıyor o zamanlarda. yani inzivaya çekilmek üzere olduğu zaman seviyorum kendisini. o da beni o zaman seviyor sanıyorum.


bu yüzden güneşlenmeyi de sevmiyorum. bunalıyorum, midem bulanıyor. yakıyor, kavuruyor beni güneş.


.........


güneşle aramda olan bu sevgisizliği geçiyor ve kitaplarıma geri dönüyorum.

ayfer tunç - yeşil peri gecesi : bu kitabın adını ilk duyduğum zaman aklıma absinthe geldi açıkçası. ama konusu son günlerde aşina olduğumuz bir konu. bir politikacının başına gelen ilginç olayları! anlatıyor. eheheh deniz baykal desem kafi olur herhalde sizin için.


yepisyeni bir blog daha keşfettim. pek güzel bir blog. göz atmanızı rica ediyorum :




şimdilik esen kalın cano canlar..



22 Eylül 2010 Çarşamba

alakasız iki kitabı birden okuyabilmek


kadın yazarlara karşı inanılmaz bir ilgi var içimde. özellikle hayat hikayeleri çok farklı olanlara.. mesela, yazardan çok şair olarak adlandırabileceğimiz slyvia plath bunlardan bir tanesi. şiirden nefret ettiğim için tek romanı olan sırça fanus'u okuyorum iki gündür. 19 yaşında bir kızın, yine kendi gibi yaşıt kızlarla bir moda evinde yazarlık yapmasını ve esas kızımız esther'in başından geçen olaylar konu edilmiş romana. okuduğum yorumlara göre slyvia plath kendi yaşamını yansıtmış romanına.

slyvia plath, oldukça depresif bir şairmiş. çoğu kez intiharı denemiş. en sonunda iki çocuğunu uyuttuktan sonra kafasını fırına sokmuş ve ölmüş. kimilerine göre ölmek için intihar etmek istememiş. ama olan olmuş ve ölmüş.

slyvia plath'den oldukça etkilenen bir başka şair de bizden biri : nilgün marmara.

nedense ikisini tip olarak da birbirine çok benzetiyorum. hiç nilgün marmara şiiri okumadım şiiri sevmediğim için. ama hakkında çok şey okudum.

yine etkilendiğim bir diğer yazarımız tezer özlü. neden etkilendiğimi ve sevdiğimi bilemiyorum. henüz bir kitabını okumama rağmen ve az kitabı olmasına rağmen büyük bir hayranlık besliyorum kendisine. sanıyorum yazım tarzından oldukça etkilendim. eğer yaşasaydı tanışmak isteyeceğim yazarlar içine girerdi.

........

sırça fanus ile beraber gülay atasoy'un nasıl örtündüler adlı araştırma kitabını okuyorum bir diğer yandan. emine şenlikoğlu, şule yüksel şenler, ümit meriç, ayşe şasa, emine erdoğan, gülşen ataseven ve kafası açık, komünist iken hidayete erişen bir çok kadının kapanma hikayelerini anlatıyor kitabımız. ilginç bir konusu olduğu için çekim gücüne çok fazla girdim. okudukça çeşitli notlarımı yazacağım.

........

kitaplardan sıkılanlar için geliyor şimdiki yazdıklarım. son günlerde kafayı;
1-ramen
2-makyaj malzemelerine takmış bulunmaktayım.

rameni migrostan alıyorum. acılı, mantarlı ve tavuklu olmak üzere üç çeşidi bulunuyor. hazır çorba gibi yapılıyor. sıcak suyu ramene döküp 5 dakika bekliyorsunuz. hem çorba hem makarna gibi yiyorsunuz sonra da afiyetle. oldukça doyurucu ve lezzetli.

ah ah evet, makyaj yapan bir bağyan değilim. ama makyaj malzemesi almaya bayılıyorum. şu anda da ilgimi kendiliğinden fırçası olan allıklar ve pudralar çekmekte. her kuşu tanıdım bir leylek kaldı hesabı en kısa sürede edinmeyi planlıyorum. en son gözdem ve hep bunu kullanırım artık dediğim köpük allıktan sonra böyle bir şey olabileceğini açıkçası tahmin etmiyordum. olsun bir de onu deneriz. nema problema :)

20 Eylül 2010 Pazartesi

haftasonu notları


şu yanda görmekte olduğunuz AUDREY HEPBURN resminin, boyumdan az biraz daha kısa olan bir posterini aldım dün taksim'de bir sokak satıcısından. tabi audreycimin dudakları pembe değildi. benim ki tamamiyle siyah beyaz bir poster. yatağımın baş ucuna astım. zaten bir adet portresi ve çerçevede bir adet resmi bulunuyor kendisinin.
bu kadını çok seviyorum. zarif görüntüsü ve okuduğum, bize bilgisi verilen kişiliği yüzünden. onun gibi zarif olur muyum bilmiyorum ama istiyorum, istiyorum, istiyorum!!!
taksim'deydik dün. önce bir güzel gittim gezi istanbul'da naneli limonatamı içtim. içtiğim en güzel limonata orada yapılıyor. çok doğal, çok ekşi ve çok soğuk.
arkadaşımı beklerken kitap evlerini dolaşmaya koyuldum. d&r'dan mephisto'ya, insan yayınlarından istanbul kitap evine kadar bakındım. bunun sonuncunda slyvia plath'in sırça fanus'unu, fatih ahıskalı'nın son albümü akide'yi, mevlevi müzikleri cd'si ve ingmar bergman'ın yedinci mühür filmi arşivime girmiş bulunmakta.
yine arkadaşamı beklerken (bir buçuk saat bekledim cano canlar) atlas pasajından iki adet yüzük aldım, üzerinde audrey hepburn resmi olan. büyük bir heyecan yaşadım yeminlen. çok seviyorum ne yapayım?
arkadaşım teşrif edince o mac senin bu tekin acar benim dolaştık. koton, mango ve bilimum yeni neslin trend mağazalarını yani. ama benim kıyafet ve ayakkabı alacak havamda olmayışımdan ötürü pek güzel geçmedi bu serüven.
midemizden gurultular yükselince ve canımızda az biraz alkol isteyince rotamızı midpoint'e çevirdik hemen. enfes bir çedar peynirli etli dürüm yedik, beyaz şarap içtik. midpoint'te fiyatlar azcık uçuk ama denenmeyecek gibi de değil işin özü. tavsiye ediyoruz.
.........
dün taksim'e girdiğimde tüm oklar GALATA MEVLEVİHANESİ'ni gösteriyordu. nereye baksam muhakkak mevlevihane ile ilgili bir şey gördüm. çok istedim gitmeyi. ama başka bir zamana notumu aldım, gideceğim. o ambiansı, o havayı solumak için can atıyorum.....
.........
zamanında cnbc-e'de izlediğim gothic filmini buldum. ama altyazı falan yok. ingilizcemin yettiği kadarıyla oturdum izledim. izlenebilirliği olan bir film. mary shelley'nin frankenstein romanını yazmasını sağlayan rüyayı gördüğü evde geçiyor olaylar. lord byron'ın evinde..
gaylik, mazoşistlik, seks çok fazla yer alıyor filmde. lord byron ve mary shelley'nin bir tarafı görünmüyor yalnızca.
yine de izleyin siz. benden söylemesi..

17 Eylül 2010 Cuma

dolu dolu kitap

yepisyeni kitaplar aldım yine kendime cano canlar. maaşımın cüzi bir miktarı düzensiz olarak kitaplara gidiyor. çok yakında burası sadece kitaplardan oluşan bir blog olacak sanki. olsun yeaa klişe bi söz ama kitap candır :p

atilla atalay - sıdıka : sıdıka ile tanışmam orta okul yıllarıma gidiyor. o zamanlar revaçta olan çılgın bediş'e rakip olaraktan dizisi çekilmişti. eh orta okul çocuğu olunca, kız olunca, süslü püslü şeyler sevince renksiz sayılan sıdıka yerine çılgın bediş tercih ediliyor. zaten o zamanlarda yoncimik tüm minik kızlarımızın idolüydü. gel zaman git zaman büyüyüp akıllanınca hangisinin yanlış tercih olduğunu anlayabildim netekim.
dün akşam inkılap kitabevi'ni yine ziyaret ettiğimde hiç keşfetmediğim bir bölümünü keşfettim. çizgi romanların olduğu bölüm. penguen vs. dergileri severim ancak çizgi romana para vermek bana göre değil. işte tam o sırada, incelerken atilla atalay'ın sıdıka kitabını buldum. üstelik resimsiz. "yihuuu" diye bağırarak içimde kasaya doğru yöneldim ve mutlu mesut terk ettim sevgili kitapçımı.

emine şenlikoğlu - maria : emine şenlikoğlu ile tanışmamı daha önce anlatmıştım. bu kitabını bir çok yerde aramış, fakat bulamamıştım. hatta emine hanım'a da durumu bildirmiştim. o da bir takım şeyler söylemişti. neyse minik diyaloğumuzu size aktarmadan bu kitabı neden çok merak ettiğimi anlatayım.
kitabın bir bölümünde atatürk'e aşık olan fikriye hanım'dan söz ediliyor. bu yüzden kitap çok ilgimi çekmişti. bunun yanı sıra ekşi sözlükte okuduğum yoruma göre fena halde atatürk'ü yerden yere vuruyormuş. okuyup görücem ne kadar atatürkçü bir kitap olduğunu.

jostein gaarder - aynadaki muamma : sofi'nin dünyası ile başlayan jostein gaarder'ı tanıma yolculuğum beyefendinin 4. kitabı ile devam ediyor.

tezer özlü -zaman dışı yaşam : tezer özlü'yü 2009 yılının son günlerinde keşfettim. önerilen bir yazar. ufacık yaşamına bir kaç kitap sığdırmış. kendisiyle ilk defa bu kitabı aracılığı ile tanışcağım. zaten okuyup bitirdikten sonra yorumlarımı yazarım.

ece temelkuran - dışarıdan : ecetem'imimin ilk kitaplarından biri. henüz başlayamadığım ama çok çok merak ettiğim kitabı.

ahmet ümit - kavim : "....ahmet ümit çılgınlığı, hayranlığı devam ederken, holycik ne yapsındı? onun romantik bi kız olduğunu sananlar çok yanılıyorlardı... holywitch agatha christie ve ahmet ümit doğrusunda gidip gelmekteydi.. bir cinayet işlenecekti, biliyordu. katilini bulmak için uğraşacaktı.."
sevgili dostumun önerisiyle aldım. istanbul hatırası'nı da bitirdim bu arada. hemencecik ekliyim. güzel bir kitap, zevkle okunuyor. istanbul hakkında bolca bilgi ediniyorsunuz. katiller de hiç ummadığınız kişiler çıkıyor. :)

evet, kitaplarımız bu kadar. okunmak için beni bekliyorlar.

bu arada bir blog keşfettim. süper bişi. 32 yaşında bir anne olan adele emersen, 2 aylık bebeği mila'nın inanılmaz fotoğraflarını çekmiş ve yayınlamış. mila adeta bir melek. aynı şeyi çocuğum olursa ben de yapmayı düşünüyorum.


izleyeceğim filmleri ve okuduğum kitapları yazmaya devam edicem. ahh bu arada bridget jones's diary soundtrack albümünü ısrarla dinleyin diyorum yine....

15 Eylül 2010 Çarşamba

bridget ya da frijit.. işte tüm mesele bu..

kaç gündür öyle yazasım var ki içimdekileri..

ama iş güç, rutin hayat maratonu derken yazamıyorum. bir de zuma hastalığım tekrardan peyda oldu şu monoton yaşantım içerisinde. evet zuma.. hani şu ağzından renkli toplar çıkan kurbağa ile oynanan top patlatmaca oyunu. acayip stres atılıyor o topları patır patır patlatırken :)

ama önermiyorum size. benim gibi bağımlı, zumakolik falan olup çıkmanızı istemem.

hala istanbul hatırası adlı güzide eseri bitiremedim. araya tatil girince, ev kalabalık olunca okunmuyor azizim kitap falan. ramazandı diye iş yerinde öğle arasında okuyordum, eh konuda çok gizemli, meraklandırıcı olunca... neyse ki az bir bölüm kaldı. tabi bu kitabı bitirince ne okuyacağımı bilmiyorum. şimdi ki en büyük sorunum bu.

geçen yazımda da bahsetmiştim yepisyeni kitaplarımdan. onların üstüne bir kaç tane daha aldım :) çeşitli yazarları ve kitabevlerini zenginleştirip kalkındırmayı planlıyorum.

en azından kitap alıyorum ve de büyük bir açlıkla okuyorum. ileride çocuklarıma harika bir miras bırakacağım bu sayede. sevgili adı bilinmez, kendi nerededir hiç bilinmez eşim de umarım benim gibi bir kitap kurdu olur. olur ki kütüphanemiz zenginleşsin, güzelleşsin :)

yıllar yıllar önce okuduğum bridget jones's diary'nin filmini izledim. kitabı okurken bridget bacımla özdeşleşen yanlarımın olduğunun farkındaydım. 18 yaşımda, 30 yaşındaki bir roman karakteriyle ne kadar özdeşleşebilirsem artık, siz hesap edin. neyse, efendim renee hanım öyle güzel bridget olmuş ki, o zaman hasedimden izlememiştim. renee hanımı tanımıyordum ayol, tanımadığım oyuncuların filmini izlemeyi de hiç sevmem. ama ama çok pişman oldum işin açıkçası.

hafif şişman (ramazan bitti, verdiğim 2,5 kilonun 750 gramını almışım :P), hafif saf (ahaha kim lan ben mi safım? aslında içimde dişi bir kurt var, asena mı desem :P), umutsuzken umutlu olmaya çalışan (olduğum gibiyim olm), hep yeni kararlar alıp uygulamaya geçiremeyen, ya da geçirip tamamlayamayan (ehehehe no comment) bir karakter bridget. yanlış sevgili seçme konusunda da en az benim kadar uzman bunu da eklemek farzdır benim için.

daha fazla deşmeyeyim konuyu. yıllar yılı aradığım bir şarkıyı da bu filmin soundtrack albümünde buldum. rosey - love. 8 senedir bu şarkıyı sophie ellis bextor'ın söylediğini sanıp araştırdım araştırdım bulamamıştım. meğerse rosey diye bir hatun söylüyormuş. içim çok rahatladı. hem bu şarkıyı hem de diğer güzel şarkıları keşfettim. öneriyorum sizlere de. hepsi çok eğlenceli ve de rahatlatıcı şarkılar. ah tabi diana ross ve marvin gaye'nin söyledi stop, look listen adlı parçayı da en unutmamak lazım.

bu bridget jones sendromunun, hayranlığının devamı gelecek sevgili cano canlarım :)

az bi bekleyin, bizden ayrılmayın lütfen :P

6 Eylül 2010 Pazartesi

haftasonu, kitap, film, temizlik... rutin işler..

bu ayın başından itibaren kendimi aşırı bir kitap sevgisi içinde buldum. dünyada ne kadar çok ilgimi çeken kitap varsa almak istedim. birazını da aldım açıkçası. reklam gibi olmasın ama merak edebilirsiniz diyerekten sayıyorum :

-dambur tarihi - sebahattin arıcı : rizeli olmamdan dolayı aldım. hemşin tarihi ile ilgili, kalıncana bir kitap.

-sirk müdürünün kızı - jostein gaarder : sofi'nin dünyası'nın yazarından bu kitabımız. jostein bey'in yalnızca iki kitabını okuyup, hayranlık beslemeye başlamam sonucunda geri kalanlarını da toplamaya karar verdim. bir diğer kitabını daha önce anlatmıştım zaten : iskambil kağıtlarının esrarı idi.

-ey insan - cemalnur sargut : cemalnur hoca hanım'ın, yasin suresi ile ilgili anektodlarından oluşan bir kitap. maneviyat ve tasavvufi konulardan oldukça haz ettiğim ve cemalnur hoca hanım'ı pek sevdiğim için aldım.

-empati - adam fawer : olasılıksız'ı okuyup oldukça etkilendikten ve birazcık mantıksızlaştıktan sonra okumamaya karar vermiştim. fakat ellerim ve de beynim "okuuu, okuuuuu" diye tutturunca alıverdim.

-bab-ı esrar - ahmet ümit : elif şafak'ın aşk'ından sonra mevlana ve şems-i tebrizi hakkında daha çok kitap okumalıyım diye hedefe kilitlendim. ve tabi ahmet ümit'in istanbul hatırası'ndan büyülendiğim için azcık da aldım bu kitabı.

-nil'de ölüm - agatha christie : agatha teyzemin kitabını ne şekilde olursa olsun alacağım uleyn! nidalarım sonucunda, inkılap kitabevindekilerin "al canım al kuzum" diye sakinleştirmelerine dayanamayıp aldığım çizgi roman.

tüm bu kitapları aldım, egomu tatmin ettim, cüzdanımı boşalttım. ama zerre kadar da pişman değilim. hala daha almak istediğim on adet kitap bulunmakta, aldıkça yazacağım.

kitapların yanı sıra filmlere de feci halde taktım. en az on sene önce çekilmiş filmleri bulup bulup izliyorum. interview with the vampire bunlardan birisiydi.

brad pitt'in toy hali, kristen dunst'ün bebe halini görmek istiyorsanız izleyin. oldukça keyifli bir filmdi. twilight serisinden bunalmış iseniz bu film ve bram stoker dracula'yı izleyin, vampirlere doyun.

vampirlere ve kana doyup bu sefer merak ettiğim filmlerden biri olan orphan'ı izlemeye koyuldum. başlangıçta çok klişe bir konusu var gibi gözükse de daha önce hiç izlemediğim şekilde bir gerilim filmi izledim. esther ve max'i canlandıran veletler bir harikaydı.

bu iki filmden sonra gidip bir de kıskanmak filmini aldım. vakti zamanında izleyememiştim kısıtlı vaktimden dolayı. gerçi yine izleyemedim ama olsun, arşivimde bulunduğunu bilmek huzur veriyor :)

son notum da temizlik müptelaları için geliyor cano canlarım. bayram temizliğini cumartesiden yapan şahsım, çok önceden keşfettiği yeşil, püskürtmeli cif'ten tekrardan edindi. cifkolik biri olarak hem kokusu, hem temizliği harika. muhakkak kullanmalısınız.