30 Nisan 2010 Cuma

çocuk mu dedin?!?!

çocukları sevmeyen insan sever mi?

seviyor valla. misal ben.

çocuk sevmiyorum. ciddiyim. sevemiyorum. hani böyle bazı kızlar vardır, sokakta gördüğü kir pas içinde, sümüklü çocuklara "ayyyy canım yerim ben seni" diye avazı çıktığı kadar bağırarak sarılır falan, bit kapar onlardan.. işte ben hiç öyle olmadım. olamadım. kendimi çok zorladım ama olmuyor.

bazen arkadaşlarım yeğenlerinin, kuzenlerinin çocuklarının fotoğraflarını yolluyorlar. "ayy şuna baksana yaaa, ne sevimli, ne tatlı değil mi? canım yaaa" diyerek de notu iliştiriyorlar hemen. "ayy evet çok sevimli!" diyorum. çok samimi değilim bunu söylerken. samimi olamıyorum. sevemiyorum, sevimli ya da şahane ötesi tatlı gelmiyor bana sabi sübyanlar.

e bunları böyle anlatınca birilerine; "kendi çocuğun olursa n'apacaksın? sevmeyecek misin?" diye sorular ardarda geliyor.

tabi ki de kendi çocuğum olunca seveceğim, pamuklara sarmalayacağım, hatta kimseye vermeyeceğim sevsin, kolunu bacağını suratını mıncıklasın diye. yok öyle şey! 9 ay 10 gün karnımda taşıyacağım, sonra bilmem kim teyzesi gelsin öldüresiye sevsin. hahaha güleyim bari!

bak ben kimsenin çocuğuna bunu yapmıyorsam karşımdaki de benim çocuğuma yapmasın lütfen.

yine başka bir örnek; çok viyaklıyor çocuk dediğimiz insan yavrusu. ha ben heykel gibi bir bebeklik, çocukluk falan yaşamadım, asla olmadım öyle. ziyadesiyle bağıran, ziyadesiyle şımarık bir çocuktum. bana tahammül edenlere sonsuz saygım var. ama benim bağırışa çağırışa, şımarıklığa hiç tahammülüm yok.

hadi tamam, bebektir anlamaz. konuşamaz, derdini zırlayarak anlatmaya çalışır. normal son derece. ama derdini anlatabilecek çağa gelmiş, yine de şımarıklığın zirvesine çıkarak, istediğini yaptırmaya çalışan o veletler yok mu...onlarla ilgili kötü düşüncelerimi saklamak yararıma olacaktır sanıyorum. neyse..

bir de bu türün çok bilmiş olanları var. böyle siz ona sevimlilik yaparken, en ukala tavırlarıyla sizi dumura uğratırlar. onlara karşı pek bir sevgim yok ne yazık ki..

tüm bu sevgisizliğime, merhametsizliğime karşın sübyanların çoğu beni seviyor. çok yapmacık davranıyorum kendilerine ama anlamıyorlar, anlamamazlıktan da geliyorlar. hele bir kesim var ki, daha beni görür görmez anlıyorlar ne olduğumu.

arkadaşımın minik yeğeni. çok bilmiş, hatta ukala. daha 5 yaşında. işkenceci ve taciz üstüne kitap yazacak kadar deneyimli. "çocuktur yapsın" deyip geçiştiriliyor. ama ben korkarım böyle çocuktan. anne, abla, teyze ve bilimum büyük sözü dinlemekten aciz. "kırıcam ben bunu" diyor ve kırıyor. "yapma evladım" demenize aldırmadan.

ilk görüşünde anladım. sevmedi beni. tanıştırıldık. şöyle bir baktı. "gözlükkkk" dedi ve kaçtı. içim hem rahatladı, hem tırstım. sevmediyse her an bir atak yapıp beni sinir edecekti. ya da hepten gıcık bir tip olduğuma kanaat getirdiyse hiç uğraşmayacaktı.

bir iki kere göz göze geldikten sonra kaçtı gitti bilgisayarın başına. sonra elinde balonuyla beraber geldi, kur yaptığı arkadaşımla oyun oynayacaktı. kendinden emin bir tavırla "nihohoh bu balon benim, kimse alamaz" diye kükredi küçük aslan gibi. heyhat bunu diyen sen misin diyerek ve gıcıklaşarak "al işte balonunu nasıl da kaptım!" diyerek oyuna daldım ve ağlayarak odayı terk etti küçük don juan.

ya beyim, sinir etmek öyle olmaz böyle olur diye bağıracaktım ardından ama annesiyle arkadaşım olan teyzesine ayıp olur diyerekten çenemi kapattım.

şimdi çocukları sev diyenin alnını karışlarım..

kendi çocuğum olana kadar dünyanın en sevimli, en tatlı çocuğu benim ulan! benim çocukluğum!!!!

29 Nisan 2010 Perşembe

herkesin efsanesi, çocukluk aşkı kendine

ah dedecim ah..

sevgili dedem ve ben şu dünyadaki belki de en sıkı ayşecik takipçileriydik. dedem rahmetli, zeynep değirmencioğlu'nu çok severdi. en sevdiği filmi de "karataşlı emine" filmiydi. gerçi filmin ismi bu değil ama biz "aa karataşlı film başladı. hadi izleyelim" deyip izliyorduk. o filmdeki dede - torun ilişkisi yüzünden izlediğini tahmin ediyorum. bizim de aramızda öyle bir ilişki söz konusuydu. çok severdik birbirimizi.

yine zeynep hanımın en sevdiğimiz filmlerinden biri olan "hayat mı bu?" filminden bahsedeceğim.

öhöm;

efendim şimdi o filmde zeynep hanımın en iyi rol arkadaşı olan sertan acar beyefendi ve sertan bey'in kardeşi ya da abisi emin değilim - serkan acar beyefendi oynamaktaydı. nedense, sertan acar'a karşı bir kıllık durumu söz konusudur bende. belki renkli gözlü olduğu için, belki fazla duygusal olduğu için. ayşeciğe böyle kırılacak bir porselen bebeğe bakar gibi bakardı. hep ayşecik de, filmlerde aşık olurdu sertan acar'a haliyle. birisi bana öyle baksa sinir olurdum, aşık olmazdım. anasını satayım sanki başka genç jön yoktu yeşilçam'da.

işte tüm bu gıcıklıklarım, o filmi izlememle geçti. ayşecik kendine layık olan adamı bulmuştu sonunda. SERKAN ACAR'ı bulmuştu.
.
allahım, o ne yakışıklılık, o ne espritüel bakışlar, o ne endam, o ne boy pos...
sürekli birilerini birilerine yakıştırma huyumdan mütevellit serkan acar'la ayşeciği birbirine yakıştırdım o tıfıl zamanlarımda.
sonra bir de öğrendim ki babanemden, meğerse gerçek hayatta da evliymişler. erkek çocukları varmış. tam benlik bir şey. evli ve erkek çocuklu olmak. ne kadar mutlu olmuştum o gün.
işte o gün bugündür serkan acar, benim için bir efsanedir.

onu sevmemi engelleyecek tek şey fenerbahçe'yi deli gibi sevmesi olabilirdi. ama buna rağmen çok çok seviyorum kendisini.

bir ara kanserdi. amerika'ya gitmişti tedavi amaçlı. umarım sağlına kavuşmuştur. ailecek medyadan uzak oldukları için bilemiyoruz tabi gelişmelerin nasıl olduğunu.

şu da belki size saçma gelecek ama -yok hakikaten saçma bir teori :

sanıyorum serkanların kaderinde bu var. ya da sevdiğim serkanların :
kanser riski taşımak ya da kanser olmak..

27 Nisan 2010 Salı

at gözlüğü! mü at gözlüğü mü?


"gözü kapalı yaşıyoruz. kimisininkini bağlamışlar, kimisi bilerek yumuyor gözlerini. kaçırdığımız, bilmemiz gerekirken bilemediğimiz, bilmemizi istemedikleri o kadar çok şey var ki."

bunlar felaket klişe laflar. farkındayım. hem klişe, hem de gerçek. yazmasam olmazdı.

bugüne kadar benim için komedi ve absürd bir film olmaktan öteye geçememişti "köşeyi dönen adam". hatta bazı sahneleri vardır ki hiç mi hiç kemal sunal'a yakıştıramamıştım.

"hiç olur mu kemal sunal filminde erotik sahne?"

kemal sunal'ın tüm filmlerini izlemiş biriyim. izlediğim zamanlarda yaş ortalamam en fazla 12 falandı. o sıralarda show tv sağolsun her akşam yayınlardı muhakkak bir filmini. hatta rahmetli dedem "aa ben bu filmi hiç görmemiştim. hadi izleyelim damoş" der çağırırdı beni.

evir çevir, indir bindir, her repliğini söyleye söyleye, her sahnesini bile bile izledik.

ama anlamadık, belki anladı ama bana kimse bir şey söylemedi.

o zamanlar verdiği mesajları anlayamadığım için tuhaf gelirdi tabi ki bazı şeyler. işte o filmdeki eşek benim için eşekti. bildiğin anıran, ot yiyen, eşeklikten başka bir şeye yaramayan bbir eşek. karnındaki olmayan elmas da kemal sunal'ın hinliği diye düşünürdüm. yani "siz benim anamı ağlattınız, sıra ben de artık eşoğlu eşekler" diye düşünüp de böyle bir oyun yaptığını düşünürdüm. işin boyutu farklı, verilmek istenen mesaj çok farklıymış.

filmin sonu hep bana saçma geliyordu. "çok dandirik bir son" du benim için. "bok nöbeti kimde?" dedikten sonra film bitiyordu. hatta kesilmiş bir son gibi geliyordu bana. evet kesilmiş bir sonmuş..

ahh bunu yazarken utanıyorum. çünkü bu zamana kadar gerçeği bilemem, göremem..
meğerse sonunda "1 mayıs" mitingine katılıyormuş ve filmin daha bir çok bölümünde "1 mayıs" ile ilgili sahneler varmış.

işte o sahneler :
http://tinyurl.com/2u29zq9

sanki o zaman sansür olmasa, o sahneyi yayınlasalar anlayabilir miydim? hayır, anlayamazdım. liseyi biterene kadar 1 mayıs'tan korkan, gösteri yapanlara en feci küfürleri ve bedduaları savuran, deyim yerindeyse faşist bir beyne sahiptim. onlar, anarşisttiler benim gözümde. ülkeyi bölmeye çalışıyorlardı. üniversiteye gidince ne yapacağımı düşünürdüm kara kara. "ya bana da bir şey olursa?"

biraz daha büyüyüp, başka şeyler dinleyince, okuyunca, bir bakıma şahsıma "işte gerçek bu olabilir" diyebileceğim şeylerle karşılaşınca neyin ne olduğunu az çok öğrendim sanıyorum.

beynimizi uyuşturmuşlar. hani filmde de var bu. sakız çiğnemek için ne diyorlar : "sakız çiğnesinler ki beyinleri uyuşsun" düşünmeyelim. tabi biz insan değiliz, düşünmeyelim. düşünürsek deprem olur.

vermişler at gözlüğünü elimize "tak bunu" demişler, takmışız sorgusuzca. şimdi bir tarafımızla kızıyoruz, başımızdan atmaya çalışıyoruz. ama nafile. boynumuzda yular, gözümüzde gözlüğümüz yürüyoruz. halbuki sadece önlerini görsünler diye atlara takıyorlar o gözlüğü. maalesef biz önümüzü de görmüyoruz.

"vermeyin insana izin kanması ve susması için
hakkını alması için kitleyi bilinçlendirin
bizlerin ellerindedir gelen ışıklı günler"

22 Nisan 2010 Perşembe

jacqueline du pre'nin çellosunun sapı


gülelim, alay edelim ama karşımızdakini asla anlamaya çalışmayalım. "neresinden vurursak cebimize bir şeyler kalır?" endişesiyle gezinelim.

yok öyle yağma!

durup dinlemeden, bilip bilmeden konuşmak yok. ön yargının dibine vurmak da yok. "önce bir senden dinleyeyim" demek var.

ha bu herkese yapılır mı? hayır. herkesin kapasitesi bunu anlamaya ne yazık ki yetmiyor.

şimdi misalen bendeniz, iclal aydın sendromuna yakalanmışım üstünüze afiyet. onun gibi sürekli millete "beyanat" verip duruyorum çok öncesinden kapanmış bir olay hakkında. evet, eski sevgilim hakkında ileri geri konuşuyorum. zamanında çok sevdim, sonra hunharca çekip gitmesine dayanamayıp bunalıma girdim. bir kaç ay sonra zaten dünyanın yerinde saymayıp inatla döndüğünün farkına vardım. sorun bunlar değil. sorun; ilişki esnasında verilen sözler, yaşanılanlar.

o çok mu "mikemmeldi"? ne yazık ki hayır.
uyumlu muyduk? hayır. bak bunu bile bile nasıl başlamışım ona da hayret ediyorum ya..
isteklerime karşılık verebilir miydi? kesinlikle hayır. benim isteklerimi karşılamak cidden zordur. her dakika bebek gibi, şımarık kız çocuğu gibi ilgi beklerim. bunu yapacak adam daha anasından doğmadı.
peki ben onun isteklerine karşılık verebilir miydim? ona da hayır. ama en azından kendimi zorladım. hiç yapmam dediğim şeyleri yaptım. bu yüzden çok kinlendim hem ona hem kendime.

buna rağmen zorlaya zorlaya geçirilen bir kaç ay ve onun o saçma sözleri hep aklımda. nesi saçma? birilerinden kaçarcasına yaşanılanlar mesela. zaman zaman düşündürdü bu sorun beni. ulan adam ajan mı ki kaçıyoruz, kimseye bir bok söylemiyoruz diye. bunu hala daha çözemedim. neyi kimden gizledi? belki başka biri vardı o an? ahh evet ben amortiydim, büyük ikramiye de çevresindeydi onun. allasen amorti mi büyük ikramiye mi? sen olsan hangisini seçerdin?

gelelim sendromun önemli noktasına. bir şeyleri apaçık yaşayabileceğini gördüm. birileriyle olması sorun değil, tamamen nötr bakıyordum. ama bir an istediğim bir şeyin başka birine yapıldığını görünce apaçık?? göstere göstere??...

işte o an tiksindiğim an oldu. haksızlık mıydı, pişmanlık mıydı, hırçınlık mıydı hissettiğim bilmiyorum ama kıskançlık değildi. bana uygun olmayan birini kıskanmam yersiz. artık bir tarafıma taktığım, ilgimi çekmeyen biri çünkü. bir de acıma duygusu peyda oluverdi ki onun kimin için peyda oluverdiğini söylemeyi de yersiz buluyorum.

nice nice jacqueline du pre'leri olması dileğiyle.. sonsuza kadar..

cheers!

20 Nisan 2010 Salı

güzin abla olmaktan sıkıldım :/

güzin abla gibi hissediyorum. sadece sorunlarıyla geliyor arkadaşlarım yanıma.

tamam, sonuna kadar yanınızdayım ama, sinirlerimi bozuyor bir şeyler.

ayrılık acısının ne demek olduğunu çok iyi bilen şahsım, geçtiğimiz senenin ağustos - eylül - ekim aylarında ayrılıkların artması sonucunda, terk edilen arkadaşlarına destek olabilmek için varını yoğunu ortaya koymuştur. bu ayrılıkların artmasına sebep ıssız adam filmidir. bunu da ekleyeyim hemen. içimde kalırsa çatlarım çat diye ortadan.

terk edilen kızlarımız kendileri gelip de bana "allahın belası hayvan herif! siktir oldu gitti" diye ağlamamışlardır. tam aksine ben durumlarında bir terslik olduğunu fark edip "hayırdır?" ile başlayan sorular sormuşumdur. feysbuk sağolsun, "in a relationship"ten "single" a geçenleri gösteriyor. evet iyilik meleği mode on'du o anda tüm ruhum. acı çekiyorum ya!

hem kendime destek, yaşadıklarımı paylaşmak için, hem de acıyı iyi bildiğim için arkadaşlarıma yardım olsun diye güzin ablalık yapmaya başladım. çok kere buluştum. bütün gün aynı konu, aynı isimler, aynı hayaller ve aynı diyaloglar kullanılıyordu.

belli bir yerden sonra "kusasım" geldiği ve yeni denizlere yelken açmaya niyetim olduğu için offlayıp pufflamaya başlamıştım. ama karşımdaki sevgili arkadaşlarım "ısrarla" eski sevgililerinden yani ıssız adamlardan bahsetmeye devam ediyorlardı. hala daha gözlerinde bir umut ışığı "ya dönerse? eğer dönerse ilk önce burnundan getircem, sonra da sarılcammm"...

çok değil bu konuşmalardan bir ay sonra bir arkadaşım yeni bir ilişkiye başladı. asla ilişkisinden haberim olmadı. ta ki bitene kadar.

bittikten ya da bitiş dönemine yakın olduğu zaman acısını paylaşmak üzere konuşuyorduk. tamam, eğer ben bunu yapabiliyorsam yani karşımdakini gerçekten rahatlatabiliyorsam ne mutlu bana.

bir başka arkadaşımın yine bir ilişkisi var. yine feysbuk sağolsun; ilişki kısmını görmesem "işi başından aşkın ondan arayıp sormuyordur" diye düşünebilirdim. hahahah ama değil işte. ilişkisi, sevgilisi var diye arayıp sormuyor. "öyle değil yaaa" dese bile inanmam.

hayır, sadece acı paylaşıcı gibi mi duruyorum uzaktan? lan ağladın omzumu verdim sana, destek olmak istedim. bunları paylaşırken iyi ama şimdi yeni bir şey var ve hiç haberim yok. sanıyorum kara gün dostu sıfatıyla tanıtılıyorum herkese. ya da benimle sevinç paylaşılmıyor, cıvıtıyorum. ya da nazarımın değdiğini düşünüyorlar bilemedim şimdi.

bilebildiğim tek şey bu saatten sonra güzin ablalık yapmayacağım. en azından en yakınımdakiler haricinde kimsenin derdini, tasasını, üzüntüsünü dinlemeyeceğim.

madem öyle işte böyle anasını satayım..

bu arada tespit yaptım. eski sevgili bir sendrom. evet. bulaşınca kurtulamıyorsun. kurtulmak için birini bulman şart. yoksa çok kafa şişirirsin eski sevgilim de eski sevgilim diye.

19 Nisan 2010 Pazartesi

ey ruh geldiysen üç kere!!!


-yaaa lütfen yaaa. onları zikretme.. üç harfli de! diyen korkak arkadaşlarım var. ha ben çok mu cesurum? cesurum cesurum cesurum, hiç bir şeyden korkmam cesurum diye avazım çıktığı kadar çığıramıyorum. tırım tırım tırsıyorum. ama isimlerini zikredebiliyorum.

-cin gibi çocuksun maşallah.

şimdi böyle dediğimiz zaman gelmiyorlarsa, diğer şekilde isimlerini zikrettiğimiz zaman da gelmeyeceklerini tahmin ediyorum.

bununla ilgili bir karikatür görmüştüm bir yerlerde. cinler "üç harfli" denildiği zaman "abi bak üç harfli dediler, sataşmayalım en iyisi biz bunlara" gibisinden bir şeyler konuşuyorlardı kendi aralarında.

şimdi "üç harfli" dediğimiz zaman "ay yok ismimle çağır beni lütfen!" falan mı deyip gelmiyorlar?

kafayı çizerim yakında düşüne düşüne.

okul yıllarının en favori eğlencelerinden biridir ruh çağırma seansları. genelde kızlar yaparlar ve en popüler soruları "kiminle ne zaman evleneceğim? kaç çocuğum olacak? berkecan da bana aşık mı?" gibi sorulardır. farklı bir soru soran kıza hiç rastlamadım bugüne kadar.

-hadi ruh çağıralım.
-kızıaam gelirlerse gitmezler bir daha. musallat olurlar.
-yaa o senin dediğin cin. biz ruh çağıracağız.
-hey allahım yaa. iyi çağırın da görün ebenizin örekesini.

çağırırdık. hakikaten gelen geliyordu. ama ne geliyordu bilmiyorum. fincanın, benim ya da diğerlerinin ittirmesiyle ilerlemediğinin farkındaydım. zevkliydi ama gökyüzü renk değiştirip siyah olunca annemin eteğinden ayrılmıyordum :

-anneaaa yat benimle bu gece n'olur!
-kızım git! kaç yaşında kızsın.
-babaaa b'işi de n'olur!!
-b'işi.

şimdi o kadar korkmuyorum. tamam yalnız yatamıyorum yine. sanıyorum ki karanlıktan gelenler olacak. ve gözümü açtığımda öylesine karşımda onlardan biri duruyor olacak. çığlık atamadan kalbim duracak ve sabah yanıma geldikleri zaman korku ifadesi suratında kalakalmış, taş gibi bir kız bulacaklar.

it gibi korkmama rağmen korkutmayı da seviyorum.

"bilindik gece yatısına gidilir. konu konuyu açar. üç kişilik bir ortamda; en cesur, cesur ve korkan üç adet kız vardır. korkan kız haricinde diğer iki kız konuşmak için yol yapmaya çalışırlar. ancak arkadaşları küsmesin diye başlamadan biter her konu. tam böyle bir konu başlangıcında ve saat gece yarısından çok çok sonra, ortalık sessizken "zınkkkkkkkkkk" diye bir mesaj gelir korkan kıza. diğerleri hemen atlar :
-işte onlardan geldi sana bu mesaj! nihohohohohohohhhhhhhhh
korkan kız "ben bakmam ya bana ne!" der ve telefonuna başkası bakar. bakar ve gecenin bir yarısında mesaj atma gafletinde bulunan insanımsıya hep beraber küfrederler."

tüm bunlara rağmen hala daha biri onlarla ilgili bir şeyler anlatsa da oturup dinlesem modunda dolaşıyorum her daim. kaşınıyorum biliyorum.

aslında bende ne hikayeler var ama anlatamam. korkarsınız...

16 Nisan 2010 Cuma

n'olur ıslak ıslak yeme beni öyle

yaa ben obez olmayayım da kimler olsun?

yaa benim böyle marifetlerim varken kimler pastacı olsun?

yaa ben neymişim de haberim yokmuş?

ben hem iyi bir aşçı, hem de iyi bir megalomanmışım!

sevgili arkadaşımın hamilelik iznine çıkmasından dolayı, dün akşam olanca işimin arasında (msn, feysbuk, aşk-ı memnu, ütü, kitap, bulaşık vs.) dedim ki "kadıncaz çok sever benim kekimi, böreğimi, poğaçamı son bir kez yesin".

evet o kadar işimin arasında ıslak kek yaptım. pek ıslak olmadı zaar, kaşıkla yedirilmesi gereken sosunu direk bardaktan boca etmeye çalıştım, bu yüzden de ortası ıpıslak, kenarları kupkuru bir kek oldu kendileri.

babacım gördü "ah kızım, hilkat garibesine benziyor bu kek!" dedi.

arkadaşım yedi "ama sen böyle yaparsan ben daha çok kilo alırım" dedi.

kardeşim kokusunu duydu "aplam canım aplam" dedi.

tüm bunlara rağmen ben pek kendilerinden tatmin olmadım. hala daha tadına dahi bakamadım. çok şanssız bir kek kendileri.

harika, leziz hamur işleri yapabilen bir insan bir yumurtayı kıramaz mı arkadaş ya? kıramadım dün akşam. vallahi de kıramadım billahi de kıramadım. elim titredi kırmaya çalışırken. nazarlandım mı n'oldu?

bu keki ilk yapışım da değil üstüne üstlük. sosu boca edeyim derken tüm tezgah sos oldu. sosun yarısı aktı tezgahın oluklarından lavaboya. fırını fazla mı açmışım ne, bir gittim mutfağa hafif bir yanık kokusu duydu burnum. allahtan yakmadım.

şimdi tüm bu olanlardan sonra bu eserimden bir lokma yiyesim yok. aman zaten ressamlar da yaptıkları resimleri kendi evlerinin duvarına mı asıyor allasen? ya da yazarlar. yazdıklarını sadece kendileri mi okuyorlar?

ben de yaparım keki, böreği, bakarım şöyle bir, yedirtirim en sevdiklerime.

zaten ben onlar yerken mutlu oluyorum. hapburu hupburu yerken değil.

15 Nisan 2010 Perşembe

illet

selam vermekte nedense zorlanıyorum. çok samimi olmadığım insanlara selam veremiyorum. 36 dairelik bir apartmanda oturuyoruz ama toplasan on kişiyi geçmez samimi olduklarım ve selam verdiklerim.

ilhan amca bu iki grubun ortasında bir yerlerdeydi.

..........

"Allahım keşke böyle görmeseydim"

bu acı yakarış annemden geldi dün akşam.

dün akşam biz apartman kapısında içeri girmeye çalışırken, iki hafta öncesinde heybetli, dağ gibi ilhan amca'yı çocuk taşır gibi taşıyordu oğlu ve arkadaşı. yürüyemiyordu. çökmüş, zayıflamış, suratı bembeyaz olmuştu. bize bakmış, ben görmedim, bakamadım çünkü suratına. bakış o bakış. acı bir bakışmış anneme göre.

eve çıkana kadar annem aynı şeyi söyledi.
"Allahım keşke böyle görmeseydim"

"baba ya daha geçen hafta bir şeyi yoktu adamcağızın. ne hale gelmiş şimdi!"

babam biliyormuş meğerse kanser olduğunu. ilk hastaneye kaldırdıkları zaman söylemişti bize, ama biz yakıştıramamıştık.

ilhan amca kansermiş. acı ama gerçek.

ilhan amca'yı öyle görünce aklıma hiç tanımadığım, göremediğim anneannem geldi. anneannem de kansermiş, en küçük teyzem dört yaşındayken ölmüş. refik dedem her zaman anlatırdı hava alanında uçağa yetiştirebilmek için sırtında taşımış. ama yetişemeden ölmüş. uçağa binemeden. çocuklarını son bir kez göremeden..

benim aklıma anneannem ve hiç görmediğim o görüntüsü geldiyse annemin de gelmiştir. anneme hiçbir şey söyleyemedim. zaten sorsam da söylemez hiçbir şey. konuşmayı sevmiyor. eve gelince babamın, babaannemin ve annemin konuştuklarını duymamak için odaya kaçtım. ama bu kaçış duymak istemediklerimi duymama engel olamıyor.

kanser çok farklı bir hastalık.

en sevdiğimin de kanser riski taşıdığını öğrendiğim zaman oturup ağlamıştım. onun bundan haberi yok. uzaktaydı, elini tutmak istememe rağmen tutamadım. en azından onun için dua ettim. kabul oldu.

şimdi dua etmekten başka yapabileceğim başka bir şey yok ilhan amca için de.

allah onu sevdiklerine bağışlasın.

14 Nisan 2010 Çarşamba

dr. oetker sen herşeyi düşünmüşsün meğer!


artık en büyük hobim "kek ve börek" yapmak. beyaz, yufka, un, şeker vs. kelimelerin geçtiği cümleleri duyunca ya da okuyunca beynim doğrudan hamur işine odaklanıyor. hayır ya, yemesinde falan değilim işin. az buçuk öyle peki. ama bunları yaparken ki zevke, tatmine hiç bir şekilde ulaşamıyorum.

en büyük desteği bu konuda dr. oetker veriyor bana.

inanılmaz tarifler, inanılmaz şaheserler yapıyorum sayesinde. bu biraz tembellik bazılarına göre, hazırcılık. alakası yok. sadece karışık bir un aldığın, kutunun arkası tarif dolu. ee neresi şimdi kötü bu işin? yine yorulan sen, yine kolu ağrıyan sen, harcama yapan da sen.

dr. oetker fanı oldum. teker teker alıyorum ürünlerini. her haftasonu mutfağımızda ağırlıyorum onu ve arkadaşlarımı.

sizlere önerebileceğim ve bugüne kadar en çok sevdiğim ürününü takdim etmekten de ayrıca gurur duyarım :

ÇİKOLATALI TURTA!

yapımı falan o kadar kolay ki! lezzetine diyecek yok eğer ki hindistan cevizi seviyorsanız. şimdi şöyle ki alıyorsunuz dr. oetker'in bu ürününü, içinden çıkan un karışımına yumuşak 125 gr. margarin ve 3 yumurta ekliyorsunuz. bir paket de hindistan cevizi çıkıyor. ondan da bir çorba kaşığı bir kenara ayırıp kalanını karışımın içine atıyorsunuz ve mikserle karıştırıyorsunuz. fırına verip bekliyorsunuz. çıkınca geri kalan hindistan cevizlerini üstüne serpiyor ve soğumasını bekleyip soğuyunca da (off uzadı iyice) afiyetle mideye indiriyorsunuz.

çok basit, çok leziz, çok kalorili. ama ideal. yalnız bu turtayı yapacaklara bir önerim var. zaten ürün kapağında da yazıyor. kesinlikle turta, kenarları kelepçeli bir tepsiye konulmalı ve altında da kesinlikle yağlı kağıt olmalı. yoksa benim gibi turtaları tepsiden kazıyıp kazıyıp yersiniz. ne kadar yağlasanız da tepsiyi olmuyor.

afiyet olsun, çok yaramasın..

12 Nisan 2010 Pazartesi

bir lomom olsun, bir de yan flütüm işte ben o gün mutlu olurum!

dünyaya pembe gözlüklerle bakamıyorum. biliyoruz ki toz pembe de değil her şey. kapkara ya da grimsi bir duman. arada o dumanın içinden mavimsi led ışıkları falan çıktığı oluyor.

pembe gözlük taksam çocuk muamelesi görürüm muhtemelen. o yüzden en acilinden lomom olmalı. her çektiğim an pembe olmalı. muhteşem bir şey. fotoğrafçı olmalıyım diye bir takıntım yok, ama lomom olmalı diye bir takıntım var artık. böyle şu yaz mevsiminde dışarıya çıkıp çatır çatır, pes pembe fotolar çekmeliyim. öyle başka yolu yok.

aslında var...

lomo bulamıyorsam yan flüt bulurum. evet. pan gibi flüt çalmak istiyorum. (bu fikrin oluşmasını sağlayan tara jaff'a derin sevgilerimle). neden yan flüt? bunun bir nedeni yok sanırım. çocukluk hayali. ama bilinçaltının da altında kalan bir çocukluk hayali. şimdi bir şekilde su yüzüne çıktı. çıktı. çıkması iyi oldu.

önümüzdeki yazı bomboş geçirmek istemiyorum. kendimi dışarlara atıp hayallerimi gerçekleştirmek istiyorum. tamam, berbat bir şekilde çıkaracağıma inandığınız flüt sesini duymamanız ve kendimi daha çok geliştirmek için çok sevgili arkadaşımla adalara kaçacağız. sizi mi kıracağım?

ama bunların yanı sıra aklım lomoda da kalacak yine :( pıfffff lomo bulamazsam holga da olur.

bir yardım eli... allah rızası için :((

7 Nisan 2010 Çarşamba

ruhsal bi'şey

bak bugün ne keşfettim. belki de keşfedilmiş bir şeydir. ne biliyim?

eşyaların ruhları var. duyguları var.

en başından uyum sağlayamadığım eşyayla tüm ömrü boyunca dargın yaşıyoruz. bu bir sandalyeyse üstünde oturmam imkansız oluyor. bir kitapsa asla okuyamıyorum. koyduğum yerde durmuyor, kimi zaman intihar etmek için kendini kitaplıktan fırlatıyor!

evet bu böyle.

mesela şemsiyem. tüm gün boyunca düştü durdu koyduğum yerden. niye? sabah çok üşüdü yavrucağım. çok ıslandı. sırf beni koruyabilmek için kendini siper etti hırçın damlalara.. ama şimdi bana ceza veriyor aklı sıra.

ya olur mu demeyin. ciddiyim.

yastığım. eskidi püsküdü. içindeki elyaflar top top oldu. üstünde sırf sailormoon karakterleri var diyerekten kılıfsız kullandım kaç zaman. hatta elden de çıkartıp halacığıma vermiştim söksün, yeniden dizayn etsin diye.

beni çok seviyormuş ki döndü dolaştı yine bana geldi dizayn olaraktan.

n'alaka demeyin ya!

vallahi öyle.

deli gibi bakmayın bana!

ben deli değilim!!


damlalar birleşir, yağmur olur..

bu sabah yağmurla uyandım.
sabahın kör vakti pencereden baktım, camda süzülüp giden damlaları görünce aklıma otomatik olarak şu şarkılar geldi :

-bu sabah yağmur var istanbul'da. gözlerim dolu dolu oluyor bilinmez niye?....
-yağmur yağmur yağmur, geri verecek buharlaşan sevgimizi..
-cilalanıyor ruhum istanbul sağnağında. damlalar karışmış elmacıklarıma
durma, yağmur durma, sorma sen de onu sorma..

yağmuru seviyorum. ama yatakta kıvrılıp yatarken.
yağmuru seviyorum. onunla birlikte, aynı şemsiye altında fingirdeşip dururken.
yağmuru seviyorum. nazikçe vuruyor yüzüme yağmur damlaları.
yağmuru seviyorum. o, yağmurlu şarkıları seviyor diye.

sanıyorum içinde "damla" geçen tüm şarkıları seviyor.

sanmakla kalmak istemiyorum. duymak istiyorum bunu. gözlerinden okumak kolay her ne kadar "öyle değil" dese de. ama ağzından çıkması lazım. "damlaları" seviyorum demeli. "damlayı" seviyorum demeli.

yağmuru seviyorsa, damlaları da seviyordur.

damlalar birleşir, yağmur olur. bazen o yağmur fırtınaya dönüşür. fırtınaya rağmen damlayı sevebilmek önemlidir. her fırtınadan sonra bir dinginlik, sessizlik vardır. bunu da unutmamak gerekir.

şimdi hava puslu. her an yağmur yağabilir. belki de yağmaz, hiç beklemediğimiz bir şekilde güneş açar, her tarafı aydınlatır, ısıtır.

belli mi olur?

6 Nisan 2010 Salı

dallanıp da budaklandım

kimse benim yaptığımı yapamaz!

insanlara yararım olsun diye kıçımı yırtarken bir de bakıyorum her şeyi dallanıp budaklandırmışım. konu alakasız yerlere kayıvermiş.

kendimi anlatmaktan mı acizim? ya da yanlış kelimeler mi kullanıyorum?

yanlış kelimeler kullanıyorum evet. bu çocukluğumdan kalma bir şey. unutamadığım, beynimden, hatıralarımdan asla kazıyamadığım travmalı çocukluk anılarımdan biridir şimdi anlatacağım...

kafama bir örtü ya da baş örtü hatırlayamadığım bir şey kapatmıştım. nereden de gördüysem, duyduysam kendimi rahibelere benzetmişim. sonra da komşumuzun karşısına geçip :
-ayşegül ablaaaa! bak fahişe oldum. (çocuk burada rahibe oldum demek istiyor, fahişeyi de tv'den öğrenmiştir kesin :P )
-hiiiiii bir daha duymayayım.

rahibe deseydim de böyle bir tepkiyle karşılaşacaktım eminim.

sanıyorum dallanıp budaklandırmam bunun gibi bir şey. rahibe yerine fahişe demem gibi.

en ufacık olayı nasıl da büyütebiliyorum! kimselere bahşedilmez bu özellik. halbuki, bazen her şey tek bir sözcüğe bağlı olabiliyor. ama benim boktan gururum, su götürmez doğrularım o tek bir kelimeyi on bin kelime yapıyor.

karşımdakiler çok rahatsız oluyor. haklıyken haksız konumuna düşebiliyorum...

halbuki hep ben haklıyım, hep ben doğruyum, hep ben iyiyim.
farklı bir şey düşüneni döverim!

öptüm..

(holy'den rahatsız edici itirafları dinlediniz. şimdi reklamlar..)

2 Nisan 2010 Cuma

dünya fani, ölüm ani, peki aşk neci?

rüyalarım sanki bir film, bir dizi gibi. ciddiyim. aşk, entrika, macera ne ararsan var! şimdi şunu diyebilenler olabilir. çok dizi ya da film izlemen rüyalarına yansıyor. yanılır böyle bir tespitte bulunan kişi. dizi izleme gibi bir huyum yok. zaten izlenebilirliği olan bir dizi yok. film, evet çokça film izleyen biriyim. belki de o filmlerin yansımasıdır gördüğüm rüyalar.

rüyamda ne mi gördüm?

birbirini deli gibi seven bir çift. çocukları var 4 ya da 5 tane. hepsi de sarışın, böyle görsen yolda, sokakta, parfümeride falan yersin, bitirirsin. ağlamalarını senfoni dinlermiş gibi dinlersin. ben bile çocuk sevmiyorum nasıl etkilenmişim rüya olmasına rağmen görün işte.

çiftimiz çocukları olmasına rağmen "bilemediğim ve tahmin edemediğim" bir husustan dolayı ölüyor, ölmek istiyorlar. her yanı puslu, çam ağaçlarının olduğu bir bahçede iki tane ahşaptan, süslü püslü tabutlarda yatıyorlar. çocukların akıbetini bilemiyorum. sonrasında yanımda bir "adamla" tabutlara bakıyoruz. o sırada ruhları çıkıyor tabuttan. yine birbirlerine deli gibi aşıklar, bizimle konuşuyorlar falan. tabi şimdi hatırlayamıyorum tam ne konuşuldu.

ve ben çok etkilendim bu rüyadan.

bu sabah da, bizim servis şoförünün içine doğmuşcasına, servise biner binmez şu soruyu bana sorması kafamı karıştırdı. yani kafamın karışması sorudan değil, böyle bir rüya görüp sabahında böyle bir sorunun gelmesi :
-sevgilinle motorsiklete bindin. sen kullanıyorsun, son sürat hızla gidiyorsun. ve frenlerin bozuldu. kaza yapacaksın, farkındasın. sadece senin kafanda kask var onda yok. o kaskı ona verir misin?
direk şunu söyledim :
-hayır. ama bu soruyu dört yıl önce sorsaydın cevabım evet olurdu.

servise binen herkese sordu. topu topu 6 kişiyiz serviste ve herkes bayan. birisi "binmeden önce kaskı ona veririm" dedi, bir diğeri "vermem kaskımı" dedi. bir başkası direk "veririm" dedi. güldük, çok güldük hatta. çok alay ettik birbirimizin cevaplarıyla. ama sonra düşününce biz benciliz. fedakarlık kalmış gerilerde. günümüz şartları bizi bu hale getirmiş. kimisi çocuğunu düşünüp hayır dedi, birisi "benden sonra evlenmesin" diye hayır dedi. ben de kimseye güvenim kalmadığı için hayır dedim. ne acı, tek bir "insan" yüzünden diğer tüm insanlara karşı güvenin yok olması..

1 Nisan 2010 Perşembe

paris when it sizzles

the girl who stole the eiffel tower

"ya ya ya...... süper bir film. audrey hepburn ve givenchy kıyafetleri şahane. yalnız çok zayıf olduğundan mütevellit kötü görünen noktalar var.. bla bla bla"

sadede gelelim. filmin enteresan bir konusu var. audrey hepburn yani gabrielle on parmak daktiloya hakim bir genç kızdır. (mesleği sekreterlik değil, oraya uygun bir isim bulamadım :( ) william holden yani richard benson (ohh mr. benson) bir senaristtir. aylarca gezip dolaştıktan ve paraları har vurup harman savurduktan sonra anlaştığı film yapımcısına "ayıp olmasın" diye artık oturup senaryosunu yazmaya başlar. yazı işinden sorumlu gabrielle hanım yazar, o söyler. ama istediği gibi olmaz senaryo. film ilerledikçe konular gelişir..

elbette aşk var. elbette romantik sahneler var. hiç bir audrey hepburn filmine bu kadar güldüğümü bilmem. evet sabrina'da da şaşkındı audrey hepburn ama burada bayağı bir şaşkın :) alıp izlemeniz gereken filmlerden. oldukça stres atacaksınız :)

filmin bonusu ; içinde tony curtis (jamie lee curtis'in babacığı) ve oldukça küçük bir karede de Marlene Dietrich var. audrey hepburn'ün büyük aşkı, çocuğunun babası mel ferrer bile varmış. amma velakin ben göremedim..


sanki kek gibi


obeziteye doğru yürümüyorum, koşuyorum adeta. belki ilaçların da etkisi vardır bu kilo alma durumuyla ilgili olarak.

basenlerim, göbeğim iyice büyüdü. eskiden de göbek vardı ama şimdi iyice bir kalınlaştı, büyüdü, yuvarlaklaştı.

mutlu insan mı kilo alır? o zaman, şu dünyadaki en mutlu kişi yemeyi bilendir demek lazım. en mutlu kişinin en şişman kişi olması gerek. ben o kadar da mutlu olmak istemiyorum.

mutsuzken bir günde iki kilo verdiğimi biliyorum. her zaman en mutsuz dönemlerimde, "depresyona girdim, çıkacağım bir ay sonra" dediğim dönemlerde kilo veriyorum. bu bir taraftan iyi yani at gözlüğüyle bakıldığında. diğer taraftan sevgili bünyem için zarar. sevgili bünyemin her bir uzvunun dili olsa çok şikayet ederlerdi benden.

mide : "aç be aç bekliyoruz. o aşk acısı çekiyor diye bizim günahımız ne!!??!?!? beynin bir şeyler yapması gerek!"

midemi takamayacağım ne yazık ki. bu gidişe bir dur demem lazım artık. her gördüğümü yiyeceğe benzetir oldum. rüyamda top keklerle, ıspanaklı böreklerle beraber pembe bulutların üstünde -ki o pembe bulut dediklerim pamuk şeker oluyor- beraber geziniyoruz. sonu acıklı bitiyor rüyalarımın. kekler ve börekler ağzımda bir katliama mağruz kalıyorlar. acı acı bağırıyorlar. bense bir canavar gibi yiyorum onları. hani susam sokağı'ndaki kurabiye canavarı vardı ya aynen onun gibi yiyorum etrafa pisliklerimi saça saça...

e bu vakitten sonra bana "midenin sözünü dinle" diye kimse çemkirmesin. aç kalmaya mahkum o.

eğer onu dinlersem de, ben obez olmaya mahkum olacağım..

kararım kesin..dönemem artık :(