31 Mayıs 2010 Pazartesi

dört büyükler

fotoğraftaki büyük büyük dede mahmut bey.
üç eş değiştirmiş, birinci cihan harbinde rusyalara gitmiş, pastacılık yapmış, evlenmiş.
sonra geri dönmüş.
en küçük oğluyla arasında 50 yaş fark varmış. en küçük oğlunun torunuyla arasındaki yaş farkı da 50 imiş.
ama mahmut efendi yerine onun oğullarından bahsetmek istiyorum.
belki bu bir gönül borcu, belki gurur kaynağım olduğu için...

arslanoğullarının DÖRT BÜYÜKLERİ!
rıfat, celal, kemal ve cemil.

biri rus, biri türk olmak üzere iki ayrı anneden, aynı babadan olma dört delikanlı. özlük, üveylik neymiş hiç bilmeden yaşadılar ve göçtüler bu dünyadan aralarında tek bir husumet olmadan.

celal ve rıfat tuttu ellerinden kemalle cemilin. cemil, son nefesine kadar üçü içinde, can-ı gönülden "abilerim" dedi. ama celal abileri sanki onlara daha yakındı. belki de rıfat abilerini çok göremedikleri için sürekli "celal abi" konuşuluyordu, tanınıyordu evlerinde. ne zaman televizyonda celal abisini görse, belki dakikalık, belki saniyelik bir sahnede rol almasına rağmen izler ve gözleri dolardı. ya da çok çok eski zamanlara ait bir film görse "celal abim kesin rol almıştır bu filmde" diyerek filmi oturur seyrederdi.

ne zaman "bir dağ masalı" filmi çıksa televizyonda "aaa neriman, aa ümit" diye başlardı cemil. cemil'in büyük torunu damla'nın da dedesinden kalır yanı hiç yoktu. hala daha filmi görse sadece "halaları ve amcasının" olduğu sahneyi izler, gerisini koyverirdi.

rıfatla luba, celalle zehra, kemalle nazer ve cemille fatma'nın hikayeleriyle büyüdü arslanoğullarının iki nesli. üçüncü nesil ne yazık ki ailenin en önemli fertlerini göremeyecek, babalarından, annelerinden duyduklarıyla yetinmek zorunda kalacak.

dört büyüklerin yanında kesinlikle ensar'ı da unutmamak gerek.. onun hikayesi zaten bambaşka..
ama bu dördüdür birbirini koruyup kollayan, başka diyarlara göç edince birisi, arkasında bıraktıklarına gözü gibi bakan..

hepsinin ruhu şad olsun..

27 Mayıs 2010 Perşembe

hissikablelvuku

o kadar çok şey yazmak geliyor ki içimden!

mesela bir şarkıyla başlayıp, yemek tarifiyle sonlandırabilirim yazıyı. ama o kadar karmaşık, o kadar ironik ki şu anda düşüncelerim, bu yüzden farklı bir şey denemeye karar verdim.

Sağıma çarpanlarla başlıyorum :


1-çabuk olalım aşkım : herhangi bir şarkı mı?

bu şarkıyı ilk dinlemem üniversite yıllarıma tekabül eder.

en sevdiğim eski sevgilimle aramız bozuk. oysa ki ben onu tek erkek evladımın ya da ikimizin gözü önüne aniden gelen minik kız çocuğunun babası olarak düşünürdüm hep. o minik kız çocuğu nasıl çıktı bilmiyorum. aşk galiba aynı şeyleri düşünmek demek.

odamda salya sümük ağlıyorum. o minicik şehirde, her dükkan, her araba aynı şarkıyı çalıyor. dayanamıyorum.

yetmezmiş gibi ev arkadaşım gidip yıldız tilbe'nin kasetini alıyor. sürekli dinliyoruz, ben ağlıyorum.

onlar da ağlıyorlar. herkesin bir yarası var. gönül yarası.

intihar etmeyi bile düşünüyorum. ama korkumdan yapamıyorum.

sonra, son bir kez konuşmak için evime geliyor. ağlamaktan konuşamıyorum.

ama onun için ağlamıyorum. çünkü içeride ev arkadaşım o hazin parçayı dinliyor.

sonra barışıyoruz. sonra?

hala bir sonra var. hala daha birlikte yaratabileceğimizi düşündüğüm bir son var.

her ne kadar o birlikte "cacık" yapamayacağımızı düşünse bile...


2-insanlığa nasıl yardım etmek istedim?

"her şey bir kitapla başladı"...

vuuu.. ne kadar egzantrik ve ne kadar klişe bir cümle!

ama doğru. her şey bir kitapla başladı. portobello cadısı adlı kitapla.

ben demiştim değil mi size bridget jones sendromuna tutulmuşum az biraz diye. şu anda kendimi daha yolun başındaki athena gibi hissediyorum ve birilerinin elinden tutup ciddi anlamda yardım etmek istiyorum. ah tabi ki nefret ettiğim güruh haricindekilere.

bunu nasıl ve ne zaman yaparım bilmiyorum. maneviyatımın daha da kuvvetli olması gerekiyor.


3-cumartesi notları

cumartesileri genellikle evde, ev kızı mode on şeklinde geçiriyorum. o yüzden yemek yapmak alışkanlıktan çok şu sıralar hobi oldu artık benim için.

mesela bu cumartesi soğanlı tart yapmak istiyorum. ıyy mıyy etmeyin, kavrulmuş soğanı seven herkesin yiyebileceğini düşündüğüm farklı bir lezzet kendisi.

sonrasında sevgili arkadaşlarım arzu ve aylin hanımların doğum günleri olması şerefiyle ve kendilerine verilmiş bir söz olaraktan muffin yapma işine girişeceğim.

yardımlarını benden asla ama asla esirgemeyen sayın dr. Oetker’e sevgilerimi ve saygılarımı sunuyorum. Yirim seni :P

Bu işleri hallettikten sonra adını sen koy ya da kolera günlerinde aşk adlı filmleri izlemeyi planlıyorum.

tabi ki de filminden sıkılıp yine en baştan, dön baba dönelim diyerekten, sarıp sarmalayaraktan, anırır gibi gülerektenyedi numara’yı izlemeye başlayacağım. kaderim böyleyse boynum kıldan incedir..



4-ecetem :

yakında bu isimde bir acil servis açacağım. ece temelkuran krizine girdiğim an durdursun birileri beni. audrey hepburn’ümden vazgeçemem diyordum ama ece temelkuran bambaşka. Belki hala daha görüşebilme ihtimalimiz olduğu için audrey’den vazgeçtim. gerçi tembelliğimden kaçırdığım imza günleri hakkında bir şeyler demek istemiyorum. çok utanıyorum L



solumdakiler

1-aldatılmanın kötü tadı :

aldatılmışım.

belki benim abartmam, belki benim kör gözümün gördüğü, belki hissikablelvuku sadece.

bu zamana kadar ona bok atmak hoşuma hem gidiyor hem de toz konduramıyorken, bugün apaçık kendini eleverdi.

geçmiş bitmiş diyemedim, gidip boğazına yapışmak istedim.

erkenden fark etseydim ne olacaktı? daha mı az yara alacaktım.

kalbim daha fazla yanacaktı, daha fazla küfür savuracaktım.

ya da;

daha çabuk olup bitecekti herşey. daha fazla nefret edecektim.

keşke en başından deseymiş adam gibi her şeyi..

benim yapamadığımı..


2-boarding pass mevzuu :

online – check in yapmaya bayılıyorum. ben uçmasam bile uçacak insan için koltuk seçmek acayip bir haz, acayip bir tat. ama bazı hava limanları su koyuveriyor.

check in işlemini yaptıktan sonra normalde belge almak lazım. bazı hava alanları bu belgeye ihtiyaç duymuyor. ama bazı patronlar bir taraflarını yırtıyor. arada olan bazı benim gibi garibanlara oluyor.

bu sebepten ötürü Bükreş havalimanını kınıyorum. yediğim azarların hesabını kim verecek ha kim?


3-lost’un tıpası :

fenerbahçe’nin şaşkınlığından sonra en çok konuşulan şeylerden biri oldu lost adlı dizinin finali.

çok güldüm. anti – lostluğu savunan biri olduğum halde, bu hafta hep lost entrylerini okudum ekşi’de. 6 senenize yazık olmuş diyorum. tıpa ne lan? adanın neresine sokmuşlar tıpayı?

sırf bu soruları öğrenebilmek adına çıkacak olan 20 dakika uzatmalı ve cevaplı LOST dvd’sini alacağım.



bol tıpalı, bol kitaplı, bol muffinli günler, haftalar, aylar diliyorum hepinize..

bir tek dileğim daha var :

aldatanlar bir şekilde hak ettiklerini bulsunlar lütfen, Tanrım rica ediyorum bak!

22 Mayıs 2010 Cumartesi

sabır

"sabrın sonu selamettir" diye demişler. kim demiş bilmiyorum. diğer özlü sözler, atasözleri ve deyimler gibi bunu da muhtemelen ismi olmayan atalarımızdan biri demiş. iyi demiş de sabırsızlar için de bir şeyler diyeymişler ya..

ilk başta, herkes "hayırlısı" diyordu. şimdi ise "sabret" diyorlar. nedense bir bağdaştırma içerisindeyim. yani ilkinde "hayırsız"mış, bunda ise "sabret gelir" demeye geliyor gibi.

bekliyorum, tüm hazırlıklarımı yaptım bekliyorum. bir yerden bir selametlik gelecek ama ondan mı yoksa adını sanını bilmediğim biri mi onu bilmiyorum. bu yüzden de korkuyorum. herşeye yeniden başlamak, yeniden bilmediğim bir tene dokunmak, hissetmek, çocukluğunu, gençliğini, ilk aşkını dinlemek ve bunların aynılarının bana yapılması beni korkutuyor.

korkunun ecele faydası yok. farkındayım, ne kadar korksam ve ne kadar üstelesem avucumdaki kelebek her defasında kaçıyor ve daha da uzaklaşıyor.

sabreden derviş beklemekten geberecek yakında.. haberi yok..

eğer bu bekletme bir intikamsa da.. intikam her ne kadar soğuk yenen bir yemek olsa da mideye taş gibi oturabilir. ya da o yemeği yiyemezsin.

herşeyin fazlası zarar...

26 senelik yaşamımdan bunu öğrendim.

21 Mayıs 2010 Cuma

kadınların can yoldaşı : ruj


yandaki resimde bulunan rujla aramızda her hangi bir şey yok. böyle bir renk kullanmam. yani yakışmadığı için kullanmam diye bir şey yok. dişlerimin sarımsı rengini daha çok ortaya çıkartıyor koyu renk rujlar.

beni cezbeden parlak, ten rengi rujlar oluyor genellikle. ama bunların içine böyle eski istanbul hanfendisi sedefi tonu girmiyor. hafif olacak bence rujun rengi.

böyle yola çıkarak flormar standının önünde soluğu aldım. aslında amacım allık almaktı. o da farklı bir konu ya! istediğim renkte allık bulmak mümkün değil. her tonu denedim. şeftali, pembe, kiremit rengi falan filan, terracota.. ama yok. hiç biri istediğim renk değildi.
boya küpüne girip çıkmış müşteri temsilcisi sağolsun istediğim renge yakın bulabildi. nasıl bir renk diye sormayın, anlatamayacağım.

dedim ki kendime "ulan bir de şöyle dudaklarımı hafif tükürükle ıslatılmış şekilde sulu gösteren bir ruj da mı alsam?" evet. belki bunu sesli söyledim fark etmeden çünkü boya suratlı müşteri temsilcisi kız "ruj da verelim mi (kakalayalım mı?) size?" dedi. "eh bakayım o zaman" dedim.

supershine ruj serisinden 516 numaralı rujunu pek bir beğendim. dedim alayım ben bunu. inanın oradayken ıslak duruyordu dudağımda. hatta öyle beğenmiştim ki böyle allığım, rujum birbirini öyle tamamlıyordu ki.. artık başka bir makyaj malzemesine gerek kalmaz diye düşünüyordum. her yere giderken bu ikiliyi sürsem, milleti köpek ederim diyordum kendime.

yanılmışım..

testerı mı farklıydı yoksa benim aldığım rujda mı bir gariplik vardı anlayamadım. "her halükarda sürülür ki bu!" diyerek sineye attım bu ruj olayını..

ama....

dün akşam dayanamayıp tekrardan ziyaret ettim flormar standını. bu sefer başka bir kız vardı stantda. anlattım durumu. bir yanlışlık olamaz dedi. içimden aman, dışımdan peki dedim. sonra bitmez tükenmez isteklerimi anlattım kıza. tekrardan aynı gruptaki rujları gösterdi bana. yine bir tanesi hoşuma gitti. ama evdekinin aynısı mı hatırlayamadım. numarası aklımda değildi, keşke yanıma alaydım diye düşündüm. testerları denedim ve bir tane beğendim. numarası 516 idi...

biliyordum, kahretsin biliyordum. evet ben salağım. aynı ruju yine aldım. hem de "bu daha güzelmiş" diyerek. aldım ama kıza da dedim ki :
-bak canım, eğer evdekiyle numaraları aynıysa getiririm haa, ona göre!
-fişini atmazsanız gelip değiştirebilirsiniz.

bu akşam yine ve yine aynı standı teşrif edeceğim, ruju geri verip yerine başka bir şey alacağım. artık paşa gönlüm ne isterse. oradan inkılap kitabevi'ni ziyaret ederim :) lanetli : batının kötü cadısı var mı yok mu sorayım bakayım..

zamanın hızla geçtiğini anlamak ya da anlamamak


bu sabah..
evet bu sabah..
kaderim bana bir oyun oynadı.
her zaman ki gibi işe gitmek için evden çıktım. her sabah karşılaştığımız komşumuz bugün ya geç kaldı ya da benden önce çıktı herhalde diye düşündüm. sonra her sabah ki sessizlikten daha farklı bir sessizlik vardı. bu sessizliğin ismi benim için "daha kimse uyanmadı kızım" sessizliğidir. ama saat 07:10. nasıl uyanmaz millet yaa?

her zamankinden daha boştu yollar, minibüsler....

minibüsten indim. aman tanrım e-5 ne kadar da boştu!!! saate baktım, servisin gelmesine daha 5 dakika vardı. simit almak için simit sarayı'na koşuverdim. ama kapısı duvar olmuş bir simit sarayı duruyordu karşımda. "töbe estağfurullah, n'oluyo lan?" dedim. köşede duran simitçiye gittim, simit alırken dedim ki "kardeş bugün günlerden ne?"
"cuma abla"
"peki saat kaç?"
baktı, mahcupça gülümsedi. saati yoktu.
"tamam sağolasın. yaa tüm yollar boş, kimsecikler yok, cumartesi sandım bugünü" dedim ve ayrıldım yanından.
tekrardan saatimi kontrol ettim, saatim 07:30'du.
"hay ağzına tüküreyim, var bu işte bir gariplik" diyerek yol arkadaşım aylin'i aradım.
"aylin saat kaç?"
"saat 06:30 holy, yatsana yatağına!!"

saat 06:30 holy, saat 06:30 holy, saat 06:30 holy, saat 06:30 holy

beynim algılayamadı bir anda. nasıl 06:30 olurdu?
"oha, saatimi kim ileri aldı benim ya!!" diyerek aylin'e kükredim sanki onun suçu varmış gibi.
halbuse saatimi ileri alan bendim. tuş kilidi açılmayan bok yiyen telefonumun tuş kilidini açmak için bataryasını çıkarıp, akabinde tekrar yerine taktıktan sonra açmamla bana saat ve tarihi yazar mısın diyen cep telefonumun saatini bir saat ileri yazdım. ama bilerek mi yazdım? hayır.
ilk baktığımda saati bir saat ileri gördüğüm için yazdım.
hatta yine bok yiyen telefonuma bok atmıştım alarm sesi verip beni uyandırmadı diye.
meğerse en büyük günah benimmiş, ben yanlış görmüşüm saati.

evden çıkarken duvardaki saate bakılır değil mi?
baktım, vallahi baktım.
ama sadece yelkovanına baktım.
sonuç olarak fena halde uykuluyum, sinirliyim, birini boğabilirim. bir saatim boşuna heba oldu.

aslında olmadı. bir saatlik vaktimi doldurmak için, incirli'nin en seçkin pastanelerinden biri olan yağcıoğlu pastanesi'ne gittim, ıspanaklı böreğimi yedim, çayımı içtim ve entellektüel olduğumu belli etmek için portobello cadısı adlı kitabımı okudum.
bridget jones sendromuna yakalandığım için şu an kendimi portobello cadısı athena gibi hissediyorum..

19 Mayıs 2010 Çarşamba

bendeki bu engin alkan aşkı olmasa


tiyatro için doğmuş olduğunu düşündüğüm tiyatrocuların, sanatçıların arasında yer alıyor engin alkan.

rol yaparken gözlerine bakarsanız anlarsınız demek istediğimi. her defasında daha bir heyecanlı, her defasında daha bir aşk dolu bakıyor.

onu, dizileri hariç hiç bir zaman televizyonda özel yaşamı ya da sanatıyla ilgili demeç verirken göremezsiniz. öyle mütevazidir.
aslına bakarsanız zaten televoleci medyanın onu pek taktığı yok. hatta hiç taktığı yok. aman zaten takılmasınlar mümkünse. azınlıkta kalsın engin alkan. bir kısım halk, azınlıkta kalanları seviyor.

yedi numara'dan başka bilmiyorum var mıdır uzun süre oynadığı bir dizi? bir ara kısa devre vardı, fena değildi ama reyting kurbanı oldu. çeşm-i bülbül keza öyle. yedi numara'yı izleyenler engin alkan'ı vahit emmi dışında herhangi bir rolle görmek istemiyorlar sanıyorum. ben de onlardan biriyim. vahit ballıoğlu benim için gerçek biri gibi. engin alkan'ın canlandırdığı herhangi bir rol değil. bir gün çıkıp gelse amcam gibi karşılarım, abim gibi severim.

işte engin alkan aşkımı pekiştiren bu. hangi role bürünüyorsa o karakter o kadar gerçek oluyor. içimizden biri oluyor. bu romeo bile olsa.

yitirmeden önce değerini bilmemiz gerekiyor. imkanım olsa pamuklara sarmalar sararım.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

bana ne gerek?


iyiden iyiye semirdim. 60 kilonun üstü bir kilo olmama az kaldı. hissediyorum..

yemeden duramıyorum. zaten ne yiyorum ki? öğlen çorba salata, akşam allah ne verdiyse. yaz olmasından mütevellit erik gırla gidiyor, çatur çutur yiyorum, sulu sepken.

sabahları ne yediğim konusuna hiç değinmeyeceğim çünkü değinmekten korkuyorum. yea ne yiyeceğim altı üstü bir paket çubuk kraker, bir fincan nescafe üçü bir arada. daha ne yiyecektim?

buna rağmen kiloluyum, daha da çok kilolu olacağım.

nasıl kilo verebilirim? boğazımı cidden tutamıyorum. bir de ev halkı çok alıştı, her haftasonu kek, börek, poğaça ve daha nicelerini yapıyorum, afiyetle yiyorlar. ben de hiç eksik kalmıyorum onlardan yemeye devam ediyorum.

bu işe ancak aşık olarak dur diyebilirim. aşk acısı çektiğim zamanlarda kilo verdiğim arkadaşlarım tarafından tespit edilmiştir. ben de farkındayım tabi. en son ki terk edilişimden sonra 57 kilodan 51 kiloya düşmüştüm tam bir haftada. sırf bu yüzden o pisliğe (ehehe şakka lan) kızamıyorum.

lise ikiye gideceğim sene yine bir aşk vakası yaşamış ve yine 60 kiloya gelirken bünyem stop demişti. günde sadece 2 elma yiyerek yaşamıştım.

sonuç : zayıfladım evet, çiroz kıvamına geldim ama sevdiğim, yarim ellerin oldu bir sene sonra.

e tabi her şey kader ve de kısmetten öteye geçemiyor. demek ki hayırlısı bu değilmiş diye başlayan diyalog ya da monologlarla avutuyorsunuz kendinizi.

ama dönüp bakıyorum geriye hakkaten hiç birini kendime yakıştıramıyorum artık biri hariç. onun da canını ben yaktım ya ondandır muhtemelen. ona kızarken obez olacaksın diye bak şimdi ben yuvarlanacağım top misali merdivenlerden.

yuvarlansam da sen olsan yanımda.
fionayla shrek olsak, baskül ailesi olsak, alice harikalar diyarındaki şişko veletler olsak..

beraber obez olsak ya!

tanısam severim belki :/



bu kedicik pardon kedi kılığındaki şeytancık babamın en yakın dostu son günlerde. yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor ikisinin. hatta babam eve bile getirmeyi düşünüyor. ben ki yıllardan beridir bir tarafımı yırtıyorum kedi kedi diye, babam getire getire bu minik şeytanı getirmek istiyor.

tekrar tekrar bakıyorum fotosuna. sizce de numaradan gözlerini kısmış gibi bir hali yok mu? ilk başta felaket tırstım, sonradan numara olduğuna kanaat getirdim. yakından görmem lazım doğru yolu bulmam için. bizi ziyaret etmesi gerekiyor.

gelsin, tanışalım. dostluğumuzu, anne çocuk ilişkisini oturtabilirsek yaşasın, var olsun, kedim olsun. ismi de holy olsun.

ama yok yaa, kabul etmez bu ismi. başka, manyak bir isim lazım.

like an devil :) gibi..

10 Mayıs 2010 Pazartesi

tystnaden : silence : sessizlik


ingmar bergman filmlerini izledikten sonra birinin bana açıklama yapması gerekiyor. anlamıyorum. o kadar derin düşünemiyorum sanırım.

persona'dan sonra tystnaden'i de izledim. yine persona'yı az çok çözmüştüm. tystnaden için pek bir şey bulamadım açıkçası.

film hakikaten çok sessiz. bir kaç diyalog var, çeşitli gürültülerden başka bir şey yok. kadın banyo yapıyor, su şırıltısı duyuyorsunuz, kadınla adam sevişiyor, inleme sesi duyuyorsunuz, çocuk işiyor, işeme sesi duymuyorsunuz. sayın bergman bu detayı ya atladı ya da ben ses duymadım. her neyse. 1,5 saat sessiz sessiz bakıyorsunuz ekrana.

iki kız kardeş var birbirlerine çok zıtlar. bir tanesi akıllı ve mantıklı yani ester (ingrid thulin) , diğeri de tam aksine mantık denen şeyin yanından geçmeyen ve gününü gün etmek isteyen bir kadın. bu kadın küçük kız kardeş oluyor yani anna (gunnel lindblom).

filmin ilk başlarında anna'nın, kriz geçirirken ester'e yardım ettiğini görüyoruz. iyi bir başlangıç gibi gelmişti bana. ne zaman otele yerleşiyorlar o zaman başlıyor herşey. anna, ester'in olmak isteyip de olamadığı kadar şehvetli ve tanıştığı ilk erkekle hemen yatabilecek kadar rahat. bu ester'i fena halde rahatsız ediyor ve kıskandırıyor. çünkü ester'e göre bu çok mantıksız, etik değil ama aynı zamanda onun gibi rahat olmak istiyor. ester'in mastürbasyon sahnesinde bunu anlayabiliyoruz.

ama anna ise ester gibi olmak istemiyor. yani olmak istediğine ya da kıskandığına dair bir ipucu yakalayamadım. kıskandığı tek şey ester'in başarısı olabilir. diyorum ya ingrid bergman filmlerinin yanında bence filmi açıklayıcı bir kitap vermeleri gerekli. kıskandığı halde onun kadar başarılı olmak istediği düşüncesi gelmedi hiç aklıma.

anna küçük oğlunu çok seviyor. ihmal etmemeye çalışıyor. esterle konuşmasını ya da ester'in onunla ilgilenmesini istemiyor. daha doğrusu onu esterle paylaşmak istemiyor. buradan da şunu anlayabiliriz. ikisinin arasında başka bir sorun var geçmişe ait, bundan dolayı birbirlerini sevmiyorlar. birbirlerini sevmiyorlar derken, ester anna'yı az da olsa seviyor. bunu bakışlarından yakalamak mümkün. ama ester nefret ediyor, tiksiniyor. ester hasta yatağında debelenirken onu yalnız bırakıp gidecek kadar çok nefret ediyor.

psikolojik film sevenler için çok ideal. izlemeleri farz bence. çok da eleştirmemek lazım. o kadar insan bergman'ı seviyor ve filmlerini sanat şaheseri yapıyorsa bir bildikleri vardır netekim.

eklemeden geçemicim; filmde anna'nın oğlu johan'ı persona'da elizabeth'in oğlu olarak görebilirsiniz. hani şu çok çok zayıf çocuk var ya en başta, gözlüklerini takıp bakıyor ekrana. o işte..

7 Mayıs 2010 Cuma

hercule poirot sen bizim her şeyimizsin

hercule poirot'ya alışmış bünye onsuz agatha christie kitaplarını kaldırmıyor ne yazık ki. birilerinin gri hücrelerini çalıştırması gerek.

elime attığım her kitabından poirot çıktığı için şampanyadaki zehir kitabında afalladım. böyle sanki o cinayet çözülemeyecekmiş gibi geldi.

konu o kadar akıcı değil. biraz da dramatik gibi geldi. herhalde okuduğum agatha christie kitaplarının içinde en acıklısı buydu.

güzeller güzeli fakat mantığını kullanamayan rosemary'nin para uğruna öldürmesiyle başlıyor herşey. devamını tahmin edersiniz. öldüren aşıklarından biri mi yoksa kocası mı yoksa kız kardeşi miydi diye sorular sıralanıyor hemen kafanızda.

kitabın biraz ortalarına gelince anlayabiliyorsunuz katilin kim olduğunu.

yine katilin kim olduğunu birazcık ortalayınca anladığım diğer kitabın ismi filler de hatırlar oldu. bu kitapta sayın poirot'yu görebiliyoruz ve yine gri hücrelerini çalıştırarak yıllar önce işlenmiş bir cinayeti ortaya çıkartıyor kendileri.

düşünüyorum da türkiye'de de hercule poirot gibi biri olsaydı ilk ipucu buluşunda yok edilirdi. belçikalı olup ingiltere'de ve hayallerde yaşaması onun için şans olmuş. verilmiş sadakası varmış valla..

3 Mayıs 2010 Pazartesi

kayıt dışı

vallahi akıl sır erdiremiyorum. böyle lafları sokup sokup, ondan sonra hiç bir şey olmamış gibi davranıyorlar ya tahammül sınırlarım zedeleniyor. sinir sistemim alt üst oluyor.

laflarım iğne, çuvaldız bile olsa onların kulaklarına vardığı andan itibaren tüy gibi işlevsiz oluyor. sadece kulakları kaşınıyor. yüzlerine bir gülümseme oturuyor kaşıntıdan, gıdıklanmadan dolayı.

her şeye kayıtsız kalıyorlar çünkü benciller, egoistler. kendilerinden başka kimse yok şu dünyada. varsa yoksa kendi sorunları, kendi başarıları. öve öve bitiremiyorlar kendilerini. başkalarının gözünde ne olduklarına bakmaksızın konuşuyorlar.

çok konuşuyorlar. kulaklarıma pamuk tıkamak istiyorum ama..

"ayıp evladım, birisi konuşurken dinlenir. karşındakinin konuşması bölünmez. çok ayıp olur"

bu lafları, sabi sübyanken beynime kazıdıkları için pamuk taşıyamıyorum yanımda. o yüzden işitme organlarım hep açık, hep dinlemeye hazır ve nazır.

dinleyip dinleyip sinir sahibi oldum. adamın suratına tükürseniz "elhamdülillah, şükürler olsun yağmur için Ey Tanrım" diyecekler. o kadar yüzsüzler.

yüzleri tabaklanmış deriyle kaplı olup, dilleri büzüşecesiler..