29 Haziran 2010 Salı

ben aptalım

lanet olası polikistik over ve sivilcelerim yüzünden yasmin kullanıyorum şu yaşımda.

ve lanet olası yasmin yüzünden her gün her saat pms benim için.

lanet olası sebeplerden kendime bir cehennem yaratıyorum ve o cehennemin ortasında oturuyorum. etrafım ateşten duvar.

hiç bir şekilde, kimsenin beni oradan çıkarmaya gücü yetemez ne yazık ki..
ortada olan bir şeyler yok. susmam gereken, kendimi kontrol etmem gereken noktalar var..
allasen ayda bir kere yapamadığımı her gün yapabilir miyim?
im-kan-sız!

imkanım olaydı zaten adım "agresif"e çıkmazdı.
imkanım olaydı "ahaha sen aynı holysin, değişmemişsin" diyen birine avuç açmazdım.
imkanım olaydı buradan çoktan çekip gitmiştim.

ne tuhaf. mutlu olmaya çalışıyoruz değil mi tüm dünya? e mutlu olmaya çalışırken neden mutsuz olduğumuz yerde yaşayıp, mutsuz olduğumuz yerde yemek yeyip, mutsuz olduğumuz yerde çalışıyoruz?

bu aslanın ağzı da amma korkutucuymuş, öyle ki ekmeği alamıyoruz kendilerinden.
tercih hakkımızı mutsuzluktan yana kullanıyoruz.

subliminial mesaj olarak demiyorlar mı "mutluluk iki parmağın ucunda!" diye..
hakikaten öyle..
iki parmağımın ucunda, iki tuşta, iki seste.
mutluluğumu erteleyen şeyleri bu ikişer adımda yenebilirim. ama olmaz, belki ben mutlu olacağım diye onu mutsuz edeceğim.. :(

öyle de boktan bir vicdanım var..

sarhoşsun sarhoş

evet sevgili okuyucularım,
canlarım,

yeni bir klişeyle -ki bu klişemiz en bilinen klişeler arasına giriyor - yazıma başlıyorum.

eski sevgilinin sarhoşken araması.

odun ama yüreği bir o kadar temiz eski sevgililerin nedense sizin en yoğun, en duygusal zamanlarınızda sarhoş olup araması konusuna değineceğim.

eski eskide kalmış, bitmiştir. güzel şeyler yaşamış olabilirsiniz, çok çok emeğiniz olmuştur ama bir şekilde bitmiştir ilişkiniz. candan erçetin'in de dediği gibi "her aşk bitermiş bir gün bildim".
hepimiz bu acı gerçekle bir kaç defa karşı karşıya kalmışızdır ne yazık ki..
sorun ayrılmak değil ama..
sorun ayrıldıktan sonra hala daha ne diye arayıp sorduğu anlaşılmayan eski sevgililer...

ilk başta bir koyar şöyle taş gibi, sonra alışmaya başlarsınız. bulmuşsunuzdur belki bir tane, ondan dolayı rahatsız olmazsınız belki. neyse, o da bulmuştur muhtemelen. böyle iki dost, iki arkadaş misali oturur dertleşirsiniz.

sonra iki tarafında ilişkilerinin bittiği bir ana denk gelince, tüm arkadaşlık, dostluk büyüsü bozulur. ünlü bir özdeyişle özetlersek "eski kaşardan tost, eski sevgiliden dost olmaz"mış demeye başlarsınız. inatla kendinizi geri çekmeye çalışırsınız. arar öylesine havadan sudan konuşup, olayları güncellersiniz..

sonra,
bir gece yarısı.
nereden de aklına gelir sizi o halde aramak bilinmez, arayıverir.
sarhoştur kendileri.

en eski defterler açılır, öpüşleriniz, sevişleriniz hatırlatılır. özlemez misiniz sanki siz de o günleri?
özlemedim diyen yalancı pisliğin tekidir!
özlemişsinizdir.
e iyi de niye açıyorsun bu konuları? bugüne kadar normal insanlar gibi normal konulardan konuşurken nereden çıktı eski, kara kaplı, içi kurutulmuş güllerle dolu defterler?

çünkü o da sizi özlemiştir.
bir insan ne zaman her şeyi itiraf eder, tüm bilinç altını masaya koyar?
sarhoşken!
e peki bir sarhoşun sözüne ne kadar güvenilir?
hiç!
çünkü ayıldığı zaman hiç bir bok hatırlamayacak, aynı zaman da siz eskiye meyilli gibi görüneceksiniz.

o yüzden sevgili okuyucularım, eğer eski sevgiliniz gecenin en kör vaktinde ararsa sizi açmayın..

üzülen siz olursunuz...


28 Haziran 2010 Pazartesi

passiflora insanlar

hayatımdaki tüm passifloralara

bu herkesin başına geliyor. zaman zaman konuşacak hiç kimsenin olmaması etrafta. konuşsan da kimse seni anlamaz ya da sana öyle gelir. böyle sıkılırsın, utanırsın zaten anlatırken. senin derdin onların derdi yanında ufacıktır belki de. bunların hepsi aslında “sana göredir”.

derdin ne olursa olsun herkes aynı şeyleri söyler.

sevgilinden mi ayrıldın?

-unutursun, yeni biri gelir, hayırlısı olsun..

iş yerinde mutsuz musun?

-sen her yeri farklı mı sanıyorsun? her yer aynı aslında, geçer biraz daha sabret.

evinde mi sorunların var?

-ailenle uzlaşmayı denesen? bak senin de hatan şurada aslında

bla bla bla…

bir de “her şey harika olacak” cılar var ki;

tek kelimeyle adamı bayarlar.

ama passiflora insanlar böyle değiller.

“gel bakalım anlat durum nedir?” diyen başlayan cümleler kurarlar. sıkı bir dinleyicidirler. belki çok bir şey yapamazlar sorununuzla ilgili ama rahatlatıcı cümleleri vardır. belki diğer insanlarla aynı cümleleri kurarlar ama sorununuz ne olursa olsun onların her dediği sizi sakinleştirir, rahatlatır. “hay bi tarafına sokim, olmazsa da olmaz.. neleri dert ediyormuşum ben yeaa?” deyip geçesiniz gelir. artık bu rahatlamanız ses tonlarından mıdır yoksa konuşma stillerinden midir bilemeyeceğim..

nasihatleri tecrübeden ileri gelir. asla bilmedikleri, güvenmedikleri bir şeyi size yaptırmaya kalkışmazlar. sabır kategorileri peygamber sabrı olarak nitelendirilir.

aslında onlar birer mucizedirler. ciddiyim. tanrı’nın görünmeyen mucizelerinden biridirler.

ama her ilacın olduğu gibi onların da yan etkileri vardır. mesela iyiyken haliniz hatrınız onlar hiç aklınıza gelmeyebilir. sorununuzla başa çıkamadığınız zamanlarda kapılarını çalmanız sinir edebilir onları. yine de içten içe kırılırlar ama size bir şey demezler..

ilaçtan vazgeçip başka bir tanımla tanımlarsak onları…

melektirler..

25 Haziran 2010 Cuma

katatonik bakışlarımla bakıyorum sana

taktım şu katatonik kelimesine. aşk-ı memnu'nun basına sızan senaryosunda okudum :
-nihal katatonik bir şekilde bakar.

merak ettim nasıl oluyormuş katatonik bakmak. meğerse ben hep öyle bakıyormuşum. hep aynı yere, hep aynı şekilde. genelde tek kaşım havada "bişiye sinirlendim a salaklar" şeklinde. çoğu zaman şizofrene bağlamış, ruh hali eksilerde olan, psikolojik tedavi görmesi şart olan bir kadın şeklinde.

ahaha beni bu hale getirenler utansın ne diyeyim?

bak kaşımın kalkışına bir şey diyemem. istem dışı olan bir şey. bu yüzden herkes adımı "asabi" ye çıkardı. hakikaten asabiyim ama onların dediği kadar değil.

ama diğer taraftan bakırköy'ü boylar bu yakında bakışlarım için diyebileceğim tek şey;
-aptal, gerizekalı, bir boktan haberi olmayan ama entelektüel, her bir boku bildiğini sanan -ki şu anda bi tanesi yanımda- insanlar sayesinde öyle katatonik bir bakış atabiliyorum çevreme.

insanların yüzde bilmem kaçı harbiden aptal. o aptalların götünü kaldıran aptallara hiç bir şey diyemiyorum. dünyadan bir haber yaşıyorlar, magazinle besleniyorlar. kaç gündür şehit haberiyle ortalık inliyor, bunlar hala ismi hazım olmayan bir gazetenin ismi lazım olmayan ekindeki haberlere takılıyorlar.
-aaa boşandı mı bu? inanmıyorum.

öl, geber o zaman. senin gibilerin yaşaması haram zaten. hiç arkanda bırakacağın çoluk çocuğuna, eşine zerre kadar acımam. bitirdiğin okul ne olursa olsun aptalsın sen aptal!!!

hadi bir klişe size; biz bunlar yüzünden geri kalmış bir ülkeyiz. milletin aklına değil götüne bakıyoruz...
affedersiniz :)

24 Haziran 2010 Perşembe

kırıklar ve sıkım sıkım sıkılmak

havadan mıdır, sudan mıdır, yaşananlardan mıdır, aşk-ı memnu'nun sahte ya da gerçek senaryosunu okumamdan mıdır nedir acayip sıkılıyorum. patlayacağım sanırım birazdan.

yemek yemek ya da birisiyle konuşmak şu sıkıntıma çare olmayacak sanıyorum. sabahtan beri çikolata yiyorum oysa ki. hani mutluluğun kaynağıdır ya aynı zaman da harika yağların ve kiloların. yiyorum ama mutlu değilim, olamıyorum. geçen sefer söylemiştim, insanlar mutlu olmak için sebepler bulmalıdır kendilerine. şu anda yapamıyorum bunu. çevremde beni anlayabilecek biri yok sanırım. en azından şu an için.

zaten öyle hazırladım ki kendimi akşama salya sümük ağlamak için. evet, aşk-ı memnu'dan bahsediyorum. o kadar laf dedim, o kadar bok attım ama izledim, mantık hatalarına, nihal'in aptallığına ve adnan'ın mal körlüğüne rağmen izledim. ve inanın ortada gerçek olarak sadece bihter'in aşkından ve kandırılışından başka bir şey görmedim.

kadınlar hep böyle. iki tatlı söze, bir seni seviyorum'a kanıveriyorlar. sonra "ben yapamayacağım" deyip korkan kaçanın arkasından oturup ağlıyorlar. ellerinde sadece kırıklar kalıyor çeşitli ebatlarda ve çeşitli uzuvlarından.

kokular kalıyor, sevgili kokusu dediğimiz şey kalıyor. anıları ve kulaktan gitmeyen o sesleri söylemiyorum bile. kaç sene öncesinin yarası olursa olsun kalıyor işte.

sonunda zurnanın zırt dediği yere geliyorsunuz. orda freniniz tutuyorsa ne ala, yoksa...

yoksa bihter gibi bir kadın oluveriyorsunuz.. hafif sıyırmış, hırçın, bencil ve ihtiraslı..

23 Haziran 2010 Çarşamba

ilgi esiri erkeğin ters yola girişi

erkek milleti hakikaten kadir kıymet bilmiyor. buna kaç kez şahit oldum. hem benim başımdan geçti hem yakınımdakilerin.

en kötü zamanında her türlü desteği vermek için sevdiğiniz adamın yanında olursunuz. o zaman bu dünyada sizden iyisi olmaz. maddi manevi, elinizden ne geliyorsa. yüzü pul pul olmuş diye, düşünemez o diye bir minicik krem bile almanız gurur verir adama.

belli bir döneme kadar bu ilgiyi hep beklerler. bazı kesim var ki bu ilgiden aşırı rahatsız olur. onlar konu dışında şu anda. o diğer kesim hep bekler bekler, annesinden görmediği ilgiyi belki de sizden gördüğü için sürekli beklemededir. parmağına kıymık batsa dünyayı yerinden oynatabilir sırf sizin o ilginiz üstünde olsun diye.

sonra artık ne oluyorsa, o ilgi adama batar. götüne şiş soksalar ve siz "ay ay nolmuş benim yiğidime?" deseniz oflayıp puflamaya başlar. attan düşmüş karpuzun yarıldığı gibi ortadan ikiye yarılır kalbiniz. "ne var yani şimdi? ne dedim ki ben? kesin başka bir şey oldu. bak bana anlatmıyor" hiçlerle geçer zamanınız bir kısmı.

oturup konuşmak mı adamla? mümkünatı yok. olamaz. ilgi manyağı adam 360 derece dönüş yaparak sizi ilgi manyağı kadın haline getirir. ister istemez rolleri değişirsiniz. "ama" dan başka bir şey diyemez olursunuz karşısında.

"ama ben senin için şunu bunu yaptım. hiç mi emeklerimin kıymeti yok? bu kadar mıydı bana verdiğin değer?!"
"şimdi de yaptıklarını yüzüme mi vuruyorsun? yapmasaydın keşke. madem yaptın, sus. seni zorlayan mı oldu?"

öküzün, andavalın önde gidenidir işte bu adam. allah'ın salağı, allah'ın aptalıdır. en kevaşesinden, en para yiyeninden bir kadınla birleşmeleri ve cezasını da ölüme kadar çekmesi farzdır.

cezası bir yana bu adam neden ters yola sapmıştır ki? anaç sevgilisinden daha anaç bir kadın mı bulmuştur? yoksa ciddi anlamda poh pohlanmaktan mı sıkılmıştır? poh pohlanmaktan sıkılıp "free" yaşayan bir sevgili edinmiş olabilir de kendine. hani facebookta "in a open relationship" yaşayan çiftler gibi. kimse birbirine karışmayacak, nerede kaldın, kimle yattın demeyecek türden bir ilişki. sonra da mazbut, bakire bir kız bulup evlenecek, arkasında bıraktıklarına bakıp "ulan iyi ki de yaşamışım" diyecek..

kadınları anlamak zor diyen erkekler için bir yazı işte. hangimizi anlamak daha zor beyler? inanın bir kadını anlamak daha kolay. kadın "hayır" diyorsa bilin ki "evet"tir cevabı. nazlanıyorsa azcık daha nazlayın, sonrasında tıpış tıpış zaten gelecektir yanınıza. ama siz kulağınızı hem tersten tutuyorsunuz hem de tersten tutturuyorsunuz..

işte bütün mesele bu!

22 Haziran 2010 Salı

bir ilahi adalet var evet. ama...

"ya artık çok mutlu olmak istiyorum"
"doğru erkeği/kadını bulmak istiyorum"
"değerim bilinsin istiyorum"
"sevmek, sevilmek istiyorum"
"aşk istiyorum aşkkk"
"param olsa ya azıcık, işte o zaman mesut olurum"
"nefes almak istiyorum doğru düzgün"
......

hep bir şeyler istiyoruz. ama sürekli. kimimiz elindekine şükredip istiyor, kimimiz aç gözlülükle daha fazlasını istiyor. hiç isterken düşünüyor muyuz acaba böyle olmamıza bir sebep var mıdır diye?

mesela aşk hayatında mutluluğu yakalayamamış bir insanın geçmişinde muhakkak yediği bir nane, acıttığı bir can vardır ve aldığı beddua.

biz acaba karşımızdakine ne verip ne istiyoruz?

bir insan hep mutsuz olamaz. illa ki mutsuzluğu seçmesi için saçma bir nedeni vardır elinde. mutlu olmayı denememiş olabilir. ahh evet çok sorunları olabilir, işi başından aşkın olabilir. kendine zaman ayıramıyordur. o zaman bırakmalı kendini birilerinin eline madem kendisi yapamıyor.

benim mutsuz olunca en çok yaptığım şey bu. bırakıyorum kendimi en sevdiklerimin eline, mutlu oluyorum. o anda düşünemiyor insan ne yapacağını çünkü. ne yapsa batıyor kendisine. ne pasta yemek, ne alışveriş yapmak ne de başka bir şey.. hiç bir şekilde kendi yaptığıyla mutlu olamıyor insan.

şöyle bakıyorum. dizilerde filmlerde mutsuz kadınlar çıkıp dolaşıyorlar sahili şöyle bir, düşüncelerini toparlıyorlar ve doğru kararları alıyorlar.

yaaaa...

benim toparlayabilme gücüm yok kardeş. en mutsuz zamanımda gezmediğim sahil, park, cafe, alışveriş merkezi kalmadı. böyle en dramatik hallerimle, en depresyon hallerimle, rolüme bağlı kala kala gezdim. sonuç? "istediğim neden olmuyor ?" diye ağlamak oldu hem de herkesin ortasında kahvemi höpürdetirken. ağla, ağla, ağla.. nereye kadar? kendime eziyetti bunlar yalnızca. bunu idrak etmem çok zamanımı aldı. çevremde bir çok insan bunu demedi mi? dedi tabi. çünkü en yakın dostunuzun bile ağzına sakız olmuştur o kalıp.
"bak ağlıyorsun ama sana eziyet, başka bir şey olmuyor"

her insan, hatalarından kendi kendine ders çıkarır. sizin ya da bir başkasının demesiyle bir şey olmaz, o anda idrak edemez ne yazık ki. ve o anlarda yapılan konuşmaların çoğu gözümde boş konuşmadır. doğru yol öyle dolambaçlı öyle dikenlidir ki ancak tek başınıza yürüdüğünüz zaman sonuna ulaşabilirsiniz. illa o dikenler batacaktır bir tarafınıza, acıyı capcanlı hissedeceksiniz. ondan sonra kaybettiğiniz aklınız, fikriniz yerine gelecektir, kafanıza bir çok şey dank edecektir.

işte tecrübe budur.

ilahi adalet mi? o da elbet günü ve zamanı geldiğinde yerini bulacaktır. yapmanız gereken sadece ve sadece sabretmek. intikam planları kurmak ve isyan etmek değil..

21 Haziran 2010 Pazartesi

her şey olacağına varır - 1

bekliyorum, bekliyorum. kendi kendime verdiğim mühletin dolmasına yalnızca iki gün kaldı. böyle sabırsız, böyle solipsist olmak benim de hiç hoşuma gitmiyor. amma velakin sab-re-de-mi-yo-rum!

maşallah kendileri öyle sabırlı ki, peygamber sabrına sahip belki de şu dünyada tek insan. karşında ağlasan da, sızlasan da dediğinden dönmez. kuralları var, belli standartları var..

hmmm

ben mi salağım? ben mi heyecan yapıyorum gereksiz. konuşulan ve artık bir sonuca bağlanması gereken konunun üstünde çok mu duruyorum? çok mu fazla? ne yani, benim duygularımın hiç mi önemi yok?

olabilir değil mi? her insan belli dönemlerde, bunalıma girer, hatalar yapar. susup "hehe aslında sen hep haklıydın, ben hayvanlık ettim ühühüh" demek mi gerekir? karşımızdakinin böyle dönemlerde hiç mi hatası olmaz? susup kalması, gidene "kal" dememesi hata değil midir?

şimdi "devam" ya da "tamam" lafını duymak için kıçımı yırtıyorum, dört dönüyorum. bir tarafına takıyorsa şerefsizim. takmıyor. yapılanların cezası kaç senedir boynumda zaten, bir de böyle olması...

çıldıracağım galiba...
sabretmek erdemse ve o erdemliyse ve ben aptalsam... sabredemiyorum kardeşim..
erdemsizin ve pisliğin tekiyim.
yaşamını ve yaşamımı karman çorman ettim. bırak düzelteyim.
senin egoların tatmin olacak, sığınacak adan olacağım diye kendi isteklerimden asla vazgeçemem.
her halükarda benim dediğim olacak..

15 Haziran 2010 Salı

forever depressive mode on

bugünlerde her şey saçma geliyor. kimse beni doğru düzgün dinlemiyor, düşündüklerimin saçma olduğunu söylüyorlar. çünkü onların her şeyleri düzgün. benim yaşantım onlara saçma geliyor. saçma ötesi bir insanmışım gibi hissettiriyorlar.

o kadar kolay diyebiliyorlar ki benim kendime söylemekte zorlandığım şeyleri. tabi tabi bunların hepsi benim iyiliğim için. çok ön görüşlü insanlar onlar, bense hala daha düşüncelerinin iki kez tartılması gereken, hatta dinlenmemesi gereken bir paçavrayım. bir iki kişinin dışında genelleme yaparsam çevremde herkes böyle.

eğer rahat rahat "gelirse ekime kadar, giderse şeyime kadar" diyebilsem zaten derim, onlara hiç ihtiyacım kalmaz. sırf içimi boşaltmak adına bir şeyler söylüyorum, bana akıl verilmesini istemiyorum. en yakınımdan en uzağıma kadar herkes beni çok çok sevdiği ve acı çekmemi istemedikleri için naçizane fikirlerini beyan ediyorlar. kati konuşanlar da var aralarında.

en sevdiğim insana bile tahammül edemiyorum mevzubahis konu söz konusu olduğu zaman. kalp kırıyorum istemeden. tüm bunlar neyin günahı biliyorum. cahiliye devrimde işlediğim bir günahın bedeli şimdi ince ince, yavaş yavaş çıkıyor her yerimden. mutsuzum her daim, mutlu olmak için tek bir sebebim yok. ha, yaşıyoruz, su içiyoruz, anamız babamız mevcut, işimiz var, evimiz var, paramız az da olsa var. tek bir şey eksik..

o kendini biliyor. eksikliğini fena hissettiğimi biliyor. eksikliğimi hissettiği halde üç maymun olmak daha kolay geliyor ona.

ol evladım sen. maymun ol. maymun da olamazsın, bu inatla ancak keçi olursun ömrünün sonuna kadar..

4 Haziran 2010 Cuma

neyi biliyorum, neye inanıyorum, ben de bilmiyorum

her şey o kadar karışık ki. ve son zamanlarda her şeyi o kadar çok irdeliyorum ki. inandığım bir çok şey kafamı kurcalıyor. "bir yerlerde bir hata var" diyesim geliyor ama susuyorum. bu özgürlük mü? a evet, susma özgürlüğümü, susup düşünmeme özgürlüğümü kullanıyorum. ya da tam bilemiyorum her şeyi, iyice öğrenemediğim için susmanın yararı olduğunu düşünüyorum.

insanlar can çekişiyor, açlık, savaş belki kapımızda. ama ben tüm bunlara rağmen bambaşka şeylerle yoruyorum beynimi. belki diğerleri için bir çözüm üretemeyeceğimi bildiğim için. ama benim durumum dünyanın durumundan daha da boktan! "ayol gönül bu, bugün o varsa yarın bir başkası" demeyin. buna asla izin vermem, veremem.

yanlış yola sapıp, gerisin geriye arkasına bakarak tekrardan doğru yolu bulmaya çalışan, aklı başına yeni gelmiş biriyim. her yanlış yol, size bir sonraki doğruyu daha kolay bulduruyor. ama o yanlış yoldan geri dönmek var ya, işte o çok zor.

doğruya giden yolun çoktan yol olmaktan çıktığını görüyorsunuz önce. ama damarlarınızda akan kan öyle taşmış, öyle deli akıyor ki istediğiniz her şeyi yapabileceğinizi düşünüyorsunuz, sizi hiç bir engelin yıldıramayacağını. yani bir nevi kendinizi super girl ya da superman olarak hissediyorsunuz. ama süper kahramanların da ezik, zayıf tarafları olduğunu unutuyorsunuz.

velhasıl, doğruya uzanan yolda başınıza öyle şeyler geliyor ki, yaşadığınız hayata "bazen" lanet ediyorsunuz. kimi zaman da "iyi ki" diyorsunuz. ve her şeyin başının cidden "sabır" olduğunu da anlıyorsunuz. kaderin ne olduğunu tekrardan öğreniyorsunuz. "hayırlısı" kelimesi dilinizden, yüreğinizden düşmez oluyor.

hayırlısı olsun. doğru yoldan sapmamak dileğiyle..

3 Haziran 2010 Perşembe

kokoşun arkadaşı da kokuş mu olur?


bunun sonu gelmez.

bu yüzden madde bağımlılarını ve alkolikleri bir nebze de olsa anladım.

alışverişkolik olmuşum :(

çok acı, çok feci :(

kokoş kız'ın bloğunda ne görüyorsam "makyajla ilgili" alasım geliyor. annemle bu yüzden çok kavga eder olduk.

neyse.

mesela nude ruj neymiş kendilerinin blogunda öğrendim. tabi çevremdeki parfümerilerin nude rujdan haberi yok. bu sefer "hani böyle dudak rengi gibi" olan ruj demeyle anlatmaya çalıştım. eh bir nebze de olsa derdimi anlatıp, istediğim gibi tondaki ruju aldım.

maybelline rujumuzun markası. şimdi size makyaj bloglarındaki gibi swatchı şu, tipi şu diye fotoğraf yayınlamayacağım. blogumu böyle bir şeye dönüştürmeye gerek yok. tabi yapanlara da imrenmiyor değilim. devam edin kızlar, hepiniz süpersiniz!!! :P

bunun yanı sıra yine kokoş hanımın blogunda görüp "almalıyım" dediğim eyelinerdan aldım. ama kalem olanından. çok kısa bir süre sonra eyeliner koleksiyonuna sahip olacağım. her çeşit eyelinerım var çok şükür. hepsinin de tek ortak özelliği siyah olmaları. :) ne yapayım yaa siyahtan başka bir renk düşünemiyorum.

bana biraz renk verin!!!

2 Haziran 2010 Çarşamba

...aynı yıldızları görebildiğimiz halde, birbirimizden sonsuz ölçüde uzaktık...

iskambil kağıtlarını nasıl bilirsiniz? sadece oyun amaçlı mı yoksa fal amaçlı mı kullanıyorsunuz? açıkçası çok eskiden fallara inanan biri olarak ben fal amaçlı kullanıyordum kendilerini.

sofi'nin dünyası'nı okuduktan uzun bir süre sonra ilk defa bambaşka bir jostein gaarder kitabıyla başbaşa kaldım. kitabımızın ismi "iskambil kağıtlarının esrarı".

kitabımızın konusu; annesi yunanistan'a kaçmış küçük hans thomas'la babasının, norveç'ten yunanistan'a doğru uzanan yolculukları esnasında yaşadıkları daha doğrusu hans thomas'ın yaşadığı "tesadüfler"i anlatıyor.

hans thomas'a, bir cücenin minik bir mercek vermesiyle başlıyor herşey. mercekle ne yapacağını bilemiyor önce. sonra mola verdikleri yerde bir fırıncıyla tanışıyor. fırıncı da çocuğumuza minnacık bir kitap veriyor. merceği kullanarak tüm yolculuk boyunca kitabı okumaya başlıyor. hikaye içinde hikaye olan bir kitap bu. ama babasına bir şey söylemiyor kitapla ilgili. çünkü fırıncıya söz veriyor, kitap hakkında kimseye bir şey söylemeyecek.

hikayede cüceler, iskambil kağıtları, "kader" ve mor bir gazozdan bol bol söz ediliyor. anlatım akıcı ve sıkılmadan okunabilecek bir kitap.

hans thomas'a hediye edilen kitapla ilgili bölümleri okurken aklıma alice geldi. alice de harikalar diyarında iskambil kağıtlarıyla çokça uğraşmıştı. belki yazarımız da alice'den etkilenmiş olabilir. bir tek chesire cat eksik. e o da olduğu yerde kalsın :)