31 Ocak 2011 Pazartesi

3 in 1

uyumuycam'dan aldığım bir pasla pardon bir mimle konumuzu açıyorum.

aldatma ya da aldatılma.
ikisini de kimse yaşamak istemez ve hatta yapmak bile istemez. öyle namuslu, öyle ahlak sahibiyiz ki dışarıdan bakıldığı zaman. ama çoğu zaman da ummadık taş baş yarar misali, hiç ummadığımız kişilerden duyuyoruz tüm bunları.

zaten birileri birilerini neden aldatır ki?

sevgisi bittiği zaman açık açık yüzüne söylese..
ya da dışarıda ne buluyorsa onu talep etse karşı taraftan..
ne bileyim ben?

tabi bu durumda bir de diğeri olmak var ki belki de o en zoru.
birini sevmişsindir, ama senden önce biri vardır zaten hayatında.
ama sen de seviyorsundur.
bu şey gibi, ortada bir lokmalık ekmek var ve iki kişi de aç. bir tanesinden bir tanesi yiyecek ki doysun. ama öncelik hakkı nedir, ekmeğin fikri ve zikri nedir bilen soran yok.
ya da bunun gibi bir şey işte..

zorla yürütmeye çalıştığın gemiyi yürütemiyorsan ve kaçak yolcu almaya çalışıyorsan içeri gemiyi terket ve başka bir gemiyi kullan..

kimseyi kandırma. hem sen de kandırılabilirsin..

surname 2010daki inanılmaz bişiyler

kültür ve sanatla haşır ve de neşir olduğum için her haftasonu çeşitli etkinliklerin içinde buluyorum kendimi! 

dün, öğleden sonra belediye tiyatrosunda gösterilen "surname 2010" adlı oyunu izledim. konusu okuduğum zaman hoşuma gitmişti. hatta fotoğraflarına falan bakınca "evet işte aradığım oyun bu!" demiştim :P. sürekli bir arayış içindeyim değil mi? 

bir güzel gittik, oyun başladı. davullu, zurnalı, eski istanbul'dan esintilerin içinde bulduk kendimizi. görselliği, kostümleri ile çok güzel bir oyundu. 

yalnız,

ne yazık ki konu olarak elle tutulur bir yanı yok. tek perdelik (buna daha önceden dikkat etmemiştim) bir oyundu ve 1,5 saat sürüyor. sühendan adlı bir kadına eşi tarafından yazılan bir surnameyi anlatıyor. sühendan, eşi öldükten 5 sene sonra buluyor defteri ve bir anda kendini yazılanların içinde buluyor. 

arada istanbulbazlar adı verilmiş olan, günümüz istanbullularına yer verilmesi güzel bir detaydı. istanbul'da yaşayanların sıkıntılarını, görmemişliklerini ve korkularını başarıyla canlandırmışlar. 

işte böyle.. 
bu arada.. 
sallandık mı?

28 Ocak 2011 Cuma

üstüme iyilik ve de sağlık

liseli genç çocukları doğrusu ergenleri gördüğüm zaman aklıma tek bir şey geliyor :

bu gençlerin her kadın gördüklerinde içlerinde kabaran duyguları, gizli saklı köşelerde bastırmaya çalıştıkları.

bu yüzden zaman zaman, hatta çoğu zaman tırsıyorum ve böyle düşüncelerde var olduğumu düşünmek beni rahatsız ediyor.

"rahatsız oluyorsan düşünme o zaman" diyebilirsiniz. ama benim ki bir nevi obsesiflik. her konuda takacak bir şeyler buluyorum çok şükür.

toplumumuzda, erkek hegemonyası altında yaşadığımız için ebeveynlerin erkek çocuklarının cinsel gelişimine çok karışmadıklarını bittabi bir çoğunuz biliyorsunuz.

yaşı geldiği zaman "büyüdün sen artık, milli olmanın zamanı geldi" diyen dayılara, babalara, amcalara rastlamak pek mümkün.

peki ya kızlar?

kızların cinsellikle ancak ve ancak evlendikleri zaman tanışacaklarını ileri süren bir ülkede yaşıyoruz.

evlenmeden önce öpüşmek bir kenara dursun elele tutuşmayı bile yasaklamaya çalışan bir zihniyet var.

erkeklerin kendilerini her türlü tatmin etme olanağı varken niçin kadınların yok?

erkeklerin kendilerini tatmin etmeye çalıştıkları zaman o tatmin aracı bir kadın oluyorsa, neden kadınlara çoğu şey yasak?

iki ucu boklu değnek. hem yasakla hem de kadınlardan evlendikten sonra mutlu bir cinsel hayat bekle. her türlü konuda zorla. baskı yap, olmadı yasal eşin olmasına rağmen tecavüz et.

tüm bunlar beraberinde cahilliği getirmez mi? cinselliğin "c" sini duyduğu anda kıpkırmızı olanlar var. hala daha var. ve hala daha..

kadınlara yönelik yerler olmadığı için bir takım genç kızlar kendilerini çok farklı şekilde tatmin etmeye çalışıyorlar. şu andan itibaren yazdıklarım tamamen duyum üstüne yazılmıştır :

vajinasına salatalık vb. şeyler sokarak tatmin olmaya çalışırken salatalığın kırılması ve yarısının vajinanın içinde kalmasıyla hastanelik olan genç kızı (ya da kızları) hiç duydunuz mu?

bunu ilk duyduğum zaman tüylerim diken diken oldu. ne diyeceğimi, ne düşüneceğimi şaşırdım doğrusu.

tüm bunlar aileyle, hadi aileyi de geçtim en azından anneyle iletişim halinde olamamaktan kaynaklanır diye düşünüyorum. en azından anneyle konuşulsa bazı şeyler ve biraz bilgi edinse kızlar tahminim böyle şeyler yapmayacakları yolunda.

anneyi de geçersek jinekologlar da sağlam bilgiyi verebilir. ama türkiye'de hala bir tabudur kızların jinekoloğa gitmesi.
"ayy gidemem ki ben yaa, nasıl anlatırım derdimi? nasıl açarım oramı buramı?" gibi saçma endişelere sahibiz.

ülkenin gidişatına bakılırsa bu endişelere ve bu olaylara daha sık rastlayacağız gibi. ben artık inanmıyorum, okullarda verilen (hala veriliyor mu onu da bilmiyorum) cinsel eğitim derslerinin bir işe yarayacağına.

çocukların ağzında "senin amına korum" lafı bilinçsizce dolaşırken bizden yine bir halt olmaz, tecavüzler, tacizler devam eder, ilk gece korkusundan bayılan, vaginismus olan kızlarımız hastaneleri boylarlar..

25 Ocak 2011 Salı

ilişki üstüne bir kaç şey

aradığım kitabı buldum. aradığım aşkı ya da erkeği bulamadım ama kitabı buldum.

tam beni anlatıyor. ciddiyim. korkularımı, arayışlarımı, nedenlerimi..

kitabımızın ismi : romantik hareket / seks, alışveriş ve roman. yazarı alain de botton.

alice adındaki hanım kızımızın aşk meşk olayları içinde yediği kazıklardan ötürü hiç kimseye güvenmemesi sonucunda yaşadığı sorunlar ve bu sorunları çevresine "ben yalnız mutluyum" olarak göstermesiyle başlıyor romanımız. aslında kendisi ve çevresi de biliyor ki alice yalnız mutlu değil. aradığı gerçek sevgi ve ilgiyi kimsede bulamayacağından ya da bulduğu zaman hemen kaybedeceğinden korkuyor. bu noktada "hayır, sayın botton ile tanışıklığımız yok, diğer ismim alice de değil. o zaman nasıl olabiliyor da beni yazmıştır bu yazar?" diyorum, dediğimi hatırlıyorum.

yaşadığım ilişkilere dönüp baktığım zaman ciddi olarak aşka aşık olmuşum. karşımdaki adama değil. karşımdaki adam kim olursa olsun bana yaşattıklarını sevmişim. kara gözüne, beni öpüşüne ya da sevişine asla değil.

aslında seçimlerim çok doğru seçimler de olmamış. bunu yaş ilerledikçe fark ediyorum. ilk başlardaki ilgi ve alakadan ötürü kapılmışım sürekli. ve hepsi de benim için yanlış kişilermiş. bunu sonradan fark etmek ve ayrılık zamanı ota boka ağlamak şimdi çok dokunuyor. gereksiz ağlayışlar, haykırışlardan başka hiç bir halt yememek ve çevremdekilere öküz gibi tepkiler vermekten şu anda utanıyorum. ciddiyim çok utanıyorum.

bazen eskilere ait herhangi birini ya da bir şeyi hatırlatır arkadaşlarımdan bazıları. "yaa off tamam, benim salaklığım" deyip konuyu kapatmaktan yapacak başka hiç birşeyim olmuyor. hiç hoş değil.

arkadaş lafı dinlemenin zararlarını ve yararlarını da şu son 6 aydır fark ediyorum. kendi kafamın dikine gitmemle başlayan huzursuzluğumu ve o sırada yanımda bulunan insanı sinir edişimin ne kadar gereksiz olduğunu şimdi fark ediyorum. ve kimi zamanda lafı dinlenmeyecek insanın lafını dinleyip "aa evet harika, yapmam gerekiyor" deyip yapmamla başlayan depresif günlerimi de asla unutamam.

tüm bunları 27 yaşıma 4 gün kala fark edip buraya yazmam bir nevi günah çıkartmak gibi sayılmasın.
sanıyorum artık ilişki konusunda neyin ne olduğunu biliyorum.
bunu thunderbolt'un "aynen öyle holy :)" deyişinden de anladım aslında.

thunderbolt'a göre ilk kural;

*kapılmayacaksın.

karşındaki sana aşık olsa dahi kapılmayacaksın. karşındaki seni bulutların üstünde gezdirse bile, el üstünde tutsa bile asla kapılmayacaksın.

kitapta alice'in ilk ilgi gösteren erkeğe ilk başta "hayır"larla yaklaşıp sonradan kapıldığını fark ediyorsunuz.  bu benim pre-holy dönemime denk gelen bir duyguydu. karşımdaki kim olursa olsun ilk başta herşeye "hayır" diyordum. hoşuma gitse de teklifi "hayır" diyordum. e ama sonuçta yine onun dediğini yapıyorsun? ağır kadın olayım derken yine başka bir kadına dönüşebiliyorsun?

o zaman içinden geleni yap en doğru mantık kuralları içinde.

toplum baskısı, ebeveyn kurallarını takma. sonuç olarak sen kendi ayakları üstünde durabilen birisin. kendi paranı kazanıyorsun, kendi dünyanda yaşıyorsun ve bazı şeylere de ihtiyacın var.

kimse senden daha değerli, önemli değil. bunu idrak ettiğin zaman hakikaten mutlu olabiliyorsun.

galiba ben geç de olsa bunu keşfettim. önce ailen ya da sevdiğin erkek gelmiyor hayatında. onların da derdi, tasası olabilir. ama her şeyden önce senin derdin, tasan ve kaygıların önemli.

önce sen arkadaşım, sonra diğerleri..

22 Ocak 2011 Cumartesi

benim aklım karışık yarim

thunderboltla konuşacak bir şeyim kalmamış. bu kadar da iyi olamam. inanmıyorum.

onun gözümdeki değeri düşecek eğer konuşacak bir şey bulamazsam. ne bileyim, sanki bu biraz da onu bırakmamak, elimde tutmak için.. yani en iyi o anlıyor ya beni. en iyi o yol gösteriyor.

onsuz olmaz. olamaz.

diğer taraftan birine bu kadar bağlanmak da çok kötü. bağlanmanın her hali kötü. bu thunderbolt olsun olmasın.

bazen kendimi çok kasıyorum. fark ediyorum. fark ediliyorum.

ama en iyisi böyle.. sessiz olmak..
elimden tutan var ama..

aman... en iyisi anı yaşamak. ilerisini, gerisini, berisini düşüne düşüne hiç bir şey olmuyor.

çok canımı sıkarlarsa "sen bana fazla iyisin" derim, olur biter..

obsesifliğim tavan yaptı.

takılın siz yine kendinizle, sevdiklerinizle :) ben böyle iyiyim.

.......
gelelim bugünkü gözlemlerime.

her kadın anne olamıyor cano canlar.

iki tane, şipşirin kız çocuğu. en fazla iki yaşındalar. bence ikizlerdi, neyse. anneleri olacak o kadın, bunlardan bir tanesini bebek arabasından alırken, diğerini düşürecekti. durumu, ortamı kötü de değildi. tamamiyle özensizlikten kaynaklıydı yaptığı. pek ayıpladık kendilerini. yemek yedirirken de; hadi anlıyorum, bir çocuğa zaten yemek yedirmek zor, ikisine birden daha zordur eminim ama ağlata ağlata yediriyordu. bir de ben bakınca "bak bak abla kızıyooo ama ye şunu hadi" demesi yok mu..

offfffff.. gidip o çorba kasesini kafasına geçiresim geldi allah sizi inandırsın.

sonra aynı kadına, yarım saat sonra istiklal caddesinde rastladık, yine ağlıyordu çocuklar bebek arabasında. ağlıyorlardı demeyeyim ağlıyordu diyeyim çünkü biri zırlarken diğeri şaşkın gibi izliyordu çevreyi.

bu iş zor yonca.. çocuk zor zanaat. anneliği hakkıyla yerine getirenlere imreniyorum.

17 Ocak 2011 Pazartesi

platin saçlı barbieler

platin sarısı saçları olan kadınlar bana barbie bebekleri anımsatıyor.

çocukken en sevdiğim oyuncaklarım barbie bebeklerimdi. bu, onların güzelliğinden kaynaklı bir şey kesinlikle değildi. çok daha kolay oynanan ve çeşit çeşit aksesuara sahip olmaları beni cezbediyordu. kocaları, çocuklarıyla barbie bebeklerim çok mutluydular.

en büyük sorunum, barbie bebeklerimi havuz, deniz niyetine götürdüğüm banyoda saçlarının ıslanması, akabinde saçlarını tarayıp keçe haline getirmemdi. saçları keçeleşmiş bir barbie ile kim oynamak ister?

bu benim kurallarıma çok aykırıydı.

lepiska saçlarını -moda diye- küte çevirirdim, ardından yeni bir bebek aldırana kadar göbeğim kaç kere çatladı diye sayardım.

her yeni bebek, yeni aksesuar demekti.

kızların sayısı arttıkça erkek bebekler yetmiyordu. sonuçta onlar bir aileydiler ve her ailenin başında bir erkek bulunması şarttı.

iki çirkin erkekle belli bir yaşa kadar durumu idare ettik. ondan sonra barbie bebek ve aksesuarları yerine erhan güleryüz cezbetmeye başladı beni.

ondan sonra zaten gerisi geldi. :)

bu sabah platin saçlı bir kadın görmemle barbie bebeklerimi anımsadım. acaba onlar da saçlarını yıkadıkça keçeleşiyor mudur ki saçları?

"kız çocukları barbie bebeklerden olumsuz etkileniyorlar" diyenin dilini, elini kopartırım!

16 Ocak 2011 Pazar

sabaha karşı

kilise çanları çalıyor. hayır evin yakınında kilise yok. evimize en yakın kilise 40 dakika uzaklıkta.

benim kafamın içinde çalıyor çanlar.
çanlar benim için çalıyor.

uyuyamıyorum. süt içiyorum. yine uyuyamıyorum.

sıkıntıdan patlıyorum. üşüyorum. kitap okumak istiyorum, büyük bir hevesle yorganın altında yakıyorum okuma lambamı..

ve poff..

sıkıntım tavan yapıyor.

takıyorum kulaklıkları.. kulaklarım acıyor. zaten sırtım da ağrıyor.

eskiden böyle olduğum zaman bilirdim sebebini. ya aşık olurdum ya da bir şeyler bitmiş olurdu.
ama şimdi ikisi de değil. en son ne zaman aşık olduğuma dair bir şey bile gelmiyor aklıma. sanki hiç aşık olmamışım gibi geliyor.

çok katı kalpli oldum. çocuklara ve erkeklere taviz vermeyin diyorum. çünkü ikisi de sizi avucuna alır bu şekilde.

gece bitiyor, sabah olsun bir an önce diye dua ediyorum. sırt ağrısına baş ağrısı ekleniyor. tekrar kitabı alıyorum elime.

olmuyor.

elma yiyorum midem bulanıyor çünkü. artık gecelerim böyle.
yapay şekilde uyutulmaya karşı çıktım çünkü. o zaman başımın çaresine bakmalıyım.

bitkisel takılırım bende. papatya çayları, sarı kantaronlar, melisa çayları..

bunları zoraki olarak içmek istemiyorum. neden insanlar başları sıkışınca zoraki yapmak zorunda kalırlar yapacaklarını?

başka bir çözüm neden üretilmez?

üretmeye çalışıyorum.

ben yine laktozsuz sütümü içeyim en iyisi. bir fincanken olsun iki fincan..

hem süt yararlıdır. ileride kemik erimesine karşı şimdiden önlem alıyorum.

bunları thunderbolt'a anlatmam gerek..

14 Ocak 2011 Cuma

kendi sesinden..




BAYAN LAZARUS
İşte yine yaptım 
Her on yılda bir 
Böyle bir tane beceririm 

Bir tür ayaklı mucize, tenim 
Bir Nazi lamba siperliği kadar parlak, 
Sağ ayağım 

Tüy kadar hafif 
Yüzüm ifadesiz, incecik 
Yahudi kumaşından. 

Çözün kundağı 
Ah, sevgili düşmanım. 
Korkutuyor muyum? - 

Burnu, göz bebekleri, 32 dişi yerli yerinde mi? 
Acı nefesi 
Ertesi gün yok olacak. 

Yakında, çok yakında 
Vahim bir öldür gücü 
Evimde, etimde olacak 

Ve ben işte gülümseyen bir kadın. 
Daha sadece otuzunda. 
Ve kedi gibi dokuz canlıyım. 

Bu Üçüncü Sefer. 
Ne lüzumsuzluk 
On yılda bir imha. 
  
Bu ne çok iplik. 
Çekirdek yiyen kalabalık 
İtişir içeri görmek için 

Ellerimi ayaklarımı çözmelerini - 
Muhteşem soyunmalar. 
Baylar, bayanlar 

Bunlar ellerim benim, 
Bunlar dizlerim. 
Bir deri bir kemik olabilirim, farketmez, 

Ben de onlardandım, tek tip kadın işte 
İlk seferinde on yaşındaydım. 
Kazaydı. 

İkinci seferinde istedim 
Bitirip gitmeyi ve hiç daha dönmemeyi. 
Üstüstüme kapaklandım. 

Tıpkı bir midye gibi. 
Tekrar tekrar bağırmaları gerekti çağırmaları 
Ve üstümden ayıklamaları inci gibi parlak yapışkan 
Solucanları 

Ölmek 
Bir sanattır, herşey gibi. 
Özellikle iyi yaparım. 

Bir ölürüm ki, cehennemden gelir gibi olurum. 
Bir ölürüm ki, adeta hakikaten olurum. 
Sanki gider gibi bir davete. 

Bunu yapmak çok kolay bir hücrede 
Ölmek ve kımıldamamak 
Ölüyü oynadığım tiyatroda sıranın gelmesi gibi 

Güneşli bir günde geri gel 
Aynı yere, aynı yüze, zalim 
Eğlenen çığrışlara: 

'Mucize!' 
İşte bu yere yıkar beni. 
Ama bir bedeli var. 

Yara izlerime bakmanın, bir bedeli var. 
Kalbimi dinlemenin ---- 
Hakikaten çalışıyor. 

Bir bedeli var, çok büyük bir bedeli var. 
Bir sözün, veya bir dokunuşun. 
Ya da biraz kanımı akıtmanın. 

Bir tutam saçımın veya elbisemden bir parçanın. 
Eee, Herr Doktor. 
Eee, Herr Düşman.
 
Sizin eserinizim ben, 
Paha biçilmez, 
Altın topu bebeğinizim 

Bir çığlığa eriyen 
Dönüyorum ve yanıyorum. 
Gösterdiğiniz alakaya aldırmadığımı sanmayın. 

Kül, kül - 
Külü eşele bak. 
Etten kemikten eser yok---- 

Bir kalıp sabun 
Bir nişan yüzüğü 
Altın bir diş. 
  
Herr Tanrı, Herr Şeytan 
Savulun 
Savulun. 

Küllerin arasından 
Doğrulurum kızıl saçlarımla 
Ve çıtır çıtır adam yerim.

13 Ocak 2011 Perşembe

uçuş vol. 2

minibüsleri çok sevmem. çok elit bir kadın değilim ama sevemiyorum. aşağılamak, hor görmek değil. sadece minibüs havasını, o garip şarkıları türküleri duymak, hissetmek hoşuma gitmiyor. şoförün garip, kabadayımsı ve koruyucu tavırları da bittabi.. 

minibüs havasını hissetmemek ve konuşulanları duymamak için, kendi kabuğuma çekilip kitap okumayı tercih ediyorum. her ne kadar kol ve dirsek temaslarıyla bir anda sinir boşalması yaşasam da konsantrasyonumu düzeltip tekrardan yaratılan dünyalara geri dönüyorum. 

eğer kitap okumaya meyilli bir günümde değilsem, muhtemelen çevremdekilere bakıp hayatları hakkında yorumlar yapıyorum. bu sabah, kafasında takke olan bir amcayı görmemle, dünyalılara artık normal gelen eşitsizlik aklıma geldi tekrardan. ne alaka ben de bilmiyorum. 

amcanın başında bulunan açık yeşilimsiden griye dönen takkesi, uzun, gri pardesü gibi hırkası, sakalı vardı. onun önünden de simsiyah atkısı ve beresiyle bir çocuk yürüyordu. çocuk demek doğru değil aslında genç diyelim biz. bu anı gördüğüm zaman aklıma bir anda hizbullah ve bilimum çeşitli tarikatlar geldi, sonrasında da amcanın surat ifadesinden eşitsizlik geldi. ne bileyim, öyle bir masum bakışı vardı ki..

eşitsizlikten yola çıkarken komünistlik aklıma geldi, oradan da şirinler. şirinler, komün hayatı yaşayan, sevimli, mavi yaratıklar biliyorsunuz ki. köylerinde eşitlik var. şirin babaları var marksist sakallı. şirin babanın kukuletası kırmızı... 

deşmeden teğet geçiyorum. tüm bunlar sadece 5 dakika içerisinde aklıma geldi. ve bu 5 dakikada sylvia plath'ın ciddi olarak intihar etmek istemediğini de düşündüm. sırça fanus'a kaldığım yerden devam ediyorum. aslında amacım franz kafka'nın değişim adlı kitabını okumaktı ama birden sırça fanus'u okumam gerektiğini düşündüm. okumam gereken o kadar çok kitap var ki. 

bu düşünceler beynimden su gibi akıp geçerken o anda aklıma son günlerde çokça dinlediğim bir şarkı geldi. 

*regina spektor - hero. 

e doğal olarak oradan da 500 days of summer. 

öyle bir kurgu vardı ki beynimde, herşey düğüm düğüm oldu bu sabah. 

gerçi her sabah böyle geçiyor. 

bir de dün akşam aklıma ne geldi. artık kız arkadaşlarımın sevgililerini dinlemek pek hoşuma gitmiyor. çok yavan bir konu. ciddi olarak sıkılıyorum. başka şeylerden konuşmak istediğim zaman -ki çoğu zaman oluyor bu- konuyu sevemiyor kız arkadaşlarım. böyle kafa dengi olan arkadaşlarım o kadar az ki.. 

bundan böyle kimsenin sevgilisi, onu nasıl öptüğü, nasıl elini tuttuğu, nasıl yatağa attığı, evlilik sorunları, boşalma sorunları, tırt sorunları beni zerre kadar ilgilendirmiyor. 

düşünecek, paylaşacak o kadar çok konu varken..
yapmayın lütfen. 

12 Ocak 2011 Çarşamba

eskiye rağbet olaydı..

thunderbolt'tan sonra obsesifliğimi en aza indirgedim. bunun için mutluyum. sevinçliyim.

kadınların en zayıf noktalarından biri olan "eski sevgili sendromu" nu sayesinde kolaylıkla atlattım. bunun yanı sıra;

*ilk görüşte aşk,
*ilgi gösteren erkeğe hemencecik bağlanma,
*evlenme isteği,
*evlenip hemen çocuk doğurma isteği,
*yalnız kalıp yaşlanma korkusu
*vb. duygularım da köreldi.

bu korkuların içinde en gıcık olduğum eski sevgili sendromuydu.

eski sevgililerimi, minicik bir eve koyup, o evin altına dinamit döşeyip patlatmak en büyük arzularımdan biriydi. şimdi tınlamıyorum. şimdi çoğu insanı tınlamıyorum gerçi. çok tınsızım son günlerde. iyi bir tını yakalayamıyorum ne yazık ki. gayet tabi bununla birlikte müziğe karşı ilgim çok çok azaldı.

bu sabah, eski sevgililerimden hiç birini düşünmezken, her sabah ki gibi karşıdan karşıya geçtiğim üst geçitin son basamaklarından aşağıya inerken, insanları inceliyordum. asla basamaklara bakmam. sabah sabah kimi kadınların kokoşluğunu görmek hoşuma gidiyor. ayrım yapabiliyorum bu kadın bankacıdır ya da değildir diye. bankacı kadınlar daha bakımlı duruyorken, diğerleri biraz daha pespaye oluyorlar. küçük görmek ya da ukalalıktan demiyorum bunu. gözlem sadece. en azından benim durağımdakiler için böyle söyleyebilirim.

üst geçitten aşağıya inerken o sırada ters yönden gelmekte olan, yukarıya doğru çıkan, uzun boylu, yamuk ağızlı bir adam gözüme çarptı. yamuk ağzı şaşkınlıkla açılmış gibi durmaktaydı. bense çok önemsemeden öyle bir baktım ve indim aşağıya. sonradan o yüzü tanıdığıma kanaat getirdim. o çarpık ağız, o zayıf beden, o uzun boy.. esmerlik, hafifçe bırakılmış bıyıklar...

tek bir kişiye ait olabilirdi.
eski sevgilime. üç sene önce hunharca beni ağlatan, asla ama asla affetmem dediğim ve tiksindiğim adama aitti tüm bu saydıklarım.
jetonun sesini duydum o anda tık diye. ve sadece şunu dedim :
"Allahım, iyi ki o an tanıyıp da ağzım onun ki gibi on metre açık kalmadı!"
"seni seviyorum Allahım"

hiçbir şey olmamış gibi yanından geçmek, üçüncü sınıf insan muamelesi yapmak çok hoşmuş doğrusu. çok sevdim bu işi.

darısı diğerlerinin başına inşallah!
maşallah!

11 Ocak 2011 Salı

belki yarından da yakın

:)

yakındır iran gibi olmamız. ciddiyim.

persopolis'i izlediğim günden beri "yok artık, bizde böyle şeyler olmaz" diyordum.

ama günbe gün yaklaşıyoruz.

önce sigarayı yasakladılar içeride. şimdi içkiyi.

dışarıda içki yasak. içilmeyecek.

yaz günü canı soğuk bira çeken, gidecek paşa paşa alacak, evinde içecek.

yok öyle püfür püfür sahilde içmek!

yakındır 4. Murad'ların türemesi. çok yakındır hem de.

"içki ve tütün kullananların tiz kellesi vurula" diyecek her duyduğumuz anons, okuduğumuz her yazı.

tepkiler çoğalacak ama yandaşlar öyle fazla olacak ki..

din karıştırılacak işin içine her zamanki gibi. "şeriatin kestiği parmak acımaz" diyecekler.

ve biz yine sesimizi çıkarmadan, koyun gibi bakıp mee'licez..

her mee'de birimiz kurban edilecek tanrılara..

şu saatten sonra her şeye hazırlıklı olmamız gerekiyor. her şeye.

eğer izlemediyseniz izleyin persepolis'i..

çok rica ediyorum.

mimin var dediler

uyumuycam'dan gelen keskin bir mim sonucunda mimlenmiş bulunmaktayım. 


bakalım neler varmış : 


-Dindarsınız ya da  değilsiniz, inancınız var ya yok , dinlerini yaşadığını söyleyen insanlarda en çok sizi iten şeyler ne ve neden ?


herkesin inancına saygım var tabi ki, her dinden bir şey kapmaya çalışıyorum. ama bir kimsenin körü körüne bir dine bağlanması ve bunun sonucunda fanatik bir hale gelip aşırıya kaçması beni rahatsız eder. din kisvesi adı altında yapılan bir çok şey midemi bulandırır. 


-Sizi siz yapan özelliklerinizden en belirgin olanı ne?


her halta muhalefet olmam :))


-Etrafınızdaki kişilere saygılı mısınız? Neyiniz insanlardan farklı ve ne konuda  daha çok  saygı bekliyorsunuz?


hayır. saygıyı haketmeyen çok insan var. 
bir şeyim farklı değil. yalnızca beni dinlemesini ve ben konuşurken konuşmamasını isterim karşımdakinden. lafımı bölenlere sinir oluyorum da.. 


-‘İnsan’ın sizdeki tanımı ne ? Karşınızdaki kişi de olmazsa olmaz dediğiniz özelikler neler ve neden sizin için önemli bunlar ?


insan beşer ve şaşar bir varlıktır. nankördür. 
karşımdaki kişi anlayışlı olsun, alttan almasını bilsin birazcık. çünkü çoğu zaman alttan alma düğmem çalışmıyor. :p 


-Hayata bakışınızı paylaşır mısınız? Sürekli bir şeyler için hayatı suçluyor musunuz yoksa hayatta olması gerekenler bunlar ve olması gerekenler yaşanıyor mu diyorsunuz?


hayat, korkaklıkla cesaret arasında gidip gelen ince bir çizgi bence. hayatı suçlamıyorum, hayatın bir suçu yok. 
kader utansın diyorum. 


-Savaşların asıl nedeni ne sizce? İnsanoğlu kendinde neyi yok etti ki zulüm denen illet yakasını bırakmıyor dünyanın?


asıl neden insanların egoları. vicdanları yok bence.  vicdana sahip insanlar başkalarına zulüm etmezler. 


-Sizi en çok huzursuz eden eksikliğiniz ne ? Şunu da düzeltseydim daha huzurlu olurdum dediğiniz, gerçeğiniz, boşvermişliğiniz, gamsızlığınız?


sabırlı olmayışım. eğer biraz daha sabırlı olsam biliyorum ki daha mutlu olacağım. 


-Kalbinizin sesi mi mantığınızın sesi mi? Neden ?


fifty fifty desem de inanma ben hep kalbimin sesini dinlerim. mantıksızım çünkü. 


-Biri size bir kötülük yaptı ve biliyorsunuz ki yapılan şey bilinçliydi, tepkiniz nasıl olurdu? Susar mısınız yoksa aynı anda yüzüne vurur musunuz yapılanları? Kişilere davranışlarınızı neye göre belirliyorsunuz ?


yüzüne vururum tabi. neden susayım? onu gördüğüm her zaman kafasına kakarım. 
karşımdaki nasıl davranıyosa ben de onun gibi davranırım. hiç çekinmem. 


-Sizce, sabretmek nedir ve üzerinizde otorite kurmaya çalışan, sizin hakkınızı yiyen insanlara sabretmeli miyiz yoksa karşılık vermelimiyiz? Tepkimiz nasıl olmalı?


sabretmek ben de olmayan bir duygu, bir alışkanlık olduğu için çok erdemli bir şey olsa gerek diye düşünüyorum. 
karşımdakinin kim olduğuna bağlı bu. 


-Bir konuşmada geçti ben böyle bir cümle kurdum:’’ Karşımdaki insan benim için değerli değilse söylediği cümlelerde değerli değildir, isterse hakkımda zanlarla kötü konuşsun hiç farketmez’’ Bunu söylememin nedeni de şu; biliyorum ki bu dünyada en zor şeylerden biri sizi anlamaya kapalı insanlara kendinizi ifade etmeye çalışmak ve birilerini memnun etmeye çalışmak..Peki siz nasıl düşünüyorsunuz bu konuda?


çok doğru. ekleyebileceğim bir şey yok. 


-Hangi söz sizi rahatsız eder ve neden? 


hayır. 
hayırları sevmiyorum, alerjim var sanırım :/


-Başkasında kınayıp da sonra sizinde yaptığınız bir şey var mı? (isteğe bağlı paylaşmak)


:) olmaz mı? ayıp ama demem. 

10 Ocak 2011 Pazartesi

uçuş

uyuyamıyorum.

narkoleptik oldum diye ağlarken şimdi insomnia olur muyum diye kaygılanıyorum. inanın uyumak, çok uyumak daha iyi. en azından düşünemiyorsunuz, bilinçaltınızda kalanlar rüya olarak karşınıza çıkıyor belli belirsiz.

uyuyamıyorum ve sürekli düşünüyorum. ölçüp tartmadan. bencilce kendi isteklerimi hayallendiriyorum.

acaba hayallerimdekiler isterler mi böyle bir şeyi?

benim yarattığım dünyamda, benim istediğim gibi olmayı?

istemezler. ben ne kadar bencilsem onlar da en az benim kadar benciller.

ama benim hayal dünyamda onlar için kötü bir şey yok. sadece herkes bana daha çok ilgi gösteriyor, beni daha çok seviyor, sarıyor.

o kadar.
normalde yapılanın biraz daha fazlası. ve sadece istediğim insanlar yapıyor.

sevgisizlik mi?
asla.
sadece ilgi manyaklığının tavan yapmasıdır benim için.

ilgiyle büyüyebilen biriyim. ilgisizlik beni öldürür.
tek ihtiyacım olan ilgi.
ilgilen ki benimle..

.......

galiba kafamda yarattım hepinizi....

6 Ocak 2011 Perşembe

içten dökülenler

by : linn olofsdotter
"asla sarıya boyatma"

tamam, asla sarıya boyatmayacağım. annem ve k. amcam'dan tavsiyeler üzerine asla sarıya boyatmayacağım.
o'nun içinse, hep kızıl ya da kırmızı olacak. gerçi sadece O'nun için değil, kendi içimden gelen de bu.
kırmızıyı hep sevdim, çocukluğumdan beri. annem nefret etti. "kırmızı kıyafetlerin boya veriyor, alma kırmızı bir şey!" diye isyan etti her zaman. inatla aldım. üstüme ne kadar çok gelirseniz, karşılığında inatçı birini bulursunuz. istem dışı bir şey bu. baskı altında kalmak bu işte. baskı altında kalıp, özgürlüğünü seçmek bu işte. sana verilen, zorla yaptırılmak istenen ültimatomlara ısrarla karşı çıkmak..

bazen, bu paralı köleliğe, bu saçma yaşama karşı inadımdan buralardan kaçmak istiyorum. ama nereye?
ege'ye ya da karadeniz'e mi?
ne yapacağım orada?
organik tarım.
ebeveynler ne der bu işe?
ben, daha annemle babamın minik kızıyım. en ufak bir şeyde beni şımartıyorlar, en ufak bir şeyde ya "yaşın kaç oldu senin?" ya da "sen daha ufaksın, olmaz" diyorlar. ironiye baksana! "ufaklığı mı kaldı artık bu işin" diyorum. annemle babamın benim yaşımdayken çocukları vardı iki tane. şimdi ben, ne yapmak istesem "hayır"larla karşılıyorlar isteklerimi. inat damarım kabardıkça kabarıyor. fark etmiyorlar.

çok şey istemiyorum. kendi dünyamın içinde yaşamak, kendi yarattığım hayallerimi kurmaya devam etmek ve onları canlandırmak istiyorum.

"anne inan bana kötü bir şey yok" diye diye anneme, aslında bu dünyanın kötü olmadığını inandırıyorum yavaş yavaş. ben istemezdim, onlar beni bu yola sürüklüyorlar. sırf kendim olabilmek için atmadığım, söylemediğim yalan kalmadı. beni benimle bırakmak yerine, gardiyanımmış gibi etrafımdalar sürekli. eğer günün birinde benim de çocuğum olursa gardiyanı olmak yerine annesi olmak istiyorum. kocam da babası olsun. bekçisi gibi dolaşmayalım peşlerinde.

sadece annem ve babamla kalmıyor ki, en yakın arkadaşım bile düşüncelerime tecavüz ediyor.
"hayır holy, yapmamalısın"
"yapmaman için tüm gece dua ettim"

benim iyiliğim içinmiş her şey. evet, anlayabiliyorum ama diğer taraftan anlamama engel olabilecek bir sürü düşünce beynimde.
ama bu benim salaklığım. onlara bok atmak günahın en büyüğü olur.

karşımdakine güvendikten sonra her şeyimi, kayıtsızca önüne sunabilmem de benim salaklığım. soru sormuyorum diye arkamdan çevirilen işleri bilmediğimi sanmaları ise onların aptallığı.

şunu okuyanlar eminim bonus olarak şunu düşünecekler :
"bu kızın kendini kabul ettirme sorunu var"

kendimi bir yerlere kabul ettirme sorunum yok. ben bir yere ait olmak istemiyorum. bir çok yere aitim.
bazen, bir ev kadınıyım.
bazen, sokak kızı saçları birbirine karışmış, tırnakları sigaradan sararmış.
bazen, bir çocuğum olsun istiyorum.
bazense sadece bir adam ve ben, ömrümüzün sonuna kadar ikimiz yaşayalım istiyorum.
bazen, maviyle yeşilin arasında kaybolmak,
bazense gri bir binada, yüksek ökçelerimle başarıdan başarıya koşmak istiyorum dudağımda kırmızı rujumla ve o dudaklardaki yalancı gülümseyişimle.

ne istediğime karar verdiğim gün mü acaba holy olacağım? ya da ismim her neyse..
bu dünyaya öyle kayıtlı, öyle şartlı ve öyle bağımlı geliyoruz ki; dinimizi, ismimizi seçme şansımız dahi olmuyor.
isimlerimden rahatsız değilim. tam aksine seviyorum. ama ya sevmediğim bir ismim olsaydı?
o zaman inat damarım kabarırdı yine.

kaç kere din değiştirmek istedim. söyleyince kızanlar mı istersin, saçmaladığımı ve delirdiğimi düşünenlerse cabası.
bu yüzden sufi oldum. tüm dinlerin beni Allah'a götürdüğünü ya da herhangi bir dine bağlı olmasam bile O'nun varlığından emin olduğumu biliyorum. kiliseye gidip istavroz da çıkartırım, camiye gidip namaz da kılarım.

başka şeylerde istiyorum ama çevremin "kabul etmeyeceği" şeyler bunlar. "çevreme" göre yaşamak kendi "çevreme" zarar veriyor.

saçımı bakır yapıp, suratımda on kilo makyajımla, kolumda louis bilmem ne çantamla beni görseler eminim daha da kabulleneceklerdir beni..

sadece hayattan anladığım şu : tüm insanlar özgür olmak isterler fakat özgürlüğün ö'sünü duydukları zaman götleri tutuşur, kaçacak delik ararlar...

pisi : havada kalan bir çok cümle var şurada buna eminim. aslında bugün, depresif değildim ama içim kıpır kıpır. yani bu kıpırdamanın sebebi kötü bir şeyler ya da iyi bir şeyler olacak hissinden kaynaklı değil. ne bileyim..
artık cep telefonu kullanmak istemiyorum. insanların vakitli vakitsiz işlerine geldiği gibi araması beni çok rahatsız ediyor. ya da ben birini aradığım zaman geç açması, hiç açmaması ise daha çok rahatsız ediyor beni. sinir kat sayım artıyor.

salman rüşdi'nin "satanic verses" kitabının türkçe'ye çevirilmesine karşı çıkanlara da karşı çıkmak istiyorum.

bugünlük bu kadar..

5 Ocak 2011 Çarşamba

bir mim daha

sevgili sylvie ribel_ beni mimlemiş.

hemen sorularımıza cevap vermeye başlıyoruzzzz :

1-kaç yaşındasınız? : 27 olucam, az kaldı :/
2-isminizin son harfi ne? : hangi ismimi sordun ki?
3-en sevdiğiniz renk? : siyah
4-kilonuz kaç? : 57 kg. (türkiye güzellik yarışmasına katılıyoruz sanıyorum ki :/)
5-boyunuz kaç? : pigmeyim ben :p 1,63
6-ailenizin kaçıncı çocuğusunuz? : ilkler hep özel ve güzeldirler.. (nüfus memuru hareketi)
7-sizce sarışın mı esmer mi? : ne kadar esmer istesem de sarışınlar denk geliyor. bu konu hakkında yorum yok :l
8-sigara kullanıyor musunuz? : çok nadir.
9-alkol? : alkolik hareket engellenemez!
10-çayı fincanda mı içersiniz bardağında mı? : çay çaydır. çaykolik olmadığım için önemsemem. getirirlerse içerim. yoksa aklıma çay düşmez.

ekleme : sevgili girl with the red balloon da mimlemiş beni. ilk aşkını anlat dedi bana.
dur şimdi. geriye dönüp baktığım zaman sanki hiç aşık olmamış gibiyim. bu yüzden yazacak bir şey yok gibi. üzgünüm :/

elim değmişken ;
uyumuycam
toprak
springoss
deep
mery daimon
telekinesis (adamım biliyom sen raad adamsın ama cevap istiyorum bu sorulara!)
ladin

sevdiceklerimi mimledim. gazanız mübarek ola!

üç kelime

formspringme'den sonra bir de bu çıktı başımıza :/

threewordsme!

üç kelimeyle profil sahibini anlatıyorsunuz. boş ve hoş zaman geçirmek için bire bir. ben de durmadım ve hemen kendime bir hesap açtım :

http://threewords.me/

boş işler müdüresi olmak kolay değil. sabahtan beri bakıyorum ne yazmışlar diye. formspringme bundan daha güzeldi bu bir gerçek.
arkadaşlarımın profillerine baktığım zaman incici çocukların hiç boş durmadığını görüyorum. çok çalışkanlar, maşallah!

gelelim gündemimize. gündemimize threewordsme ile açtık, turgut özal'ın ikizleriyle devam ediyoruz.

haber ajansımız holyboil'e düşen (eheh gökten :P) son haberimize göre, ulu kraliçemiz holy witch, bu sabah bindiği minibüste rahmetli cumhurbaşkanımız turgut özal'ın ikizlerine rastladı.

-ne olduğunu anlayamadım. iki adam bindi aynı anda minibüse. ikisinde de aynı tip kare gözlükler vardı. kutuplardan basık, ekvatordan şişkince vücutlar, büyük gıdılarıyla turgut özal hortladı sandımdı.. :S

dalga geçmeyi bırakayım da cidden turgut özal'a benziyorlardı. bir an "öldüm mü acaba?" diye düşünmedim değil.

geliyoruz ikinci haberimize. sabahın kör vakti beynimin içinde bir soru yankılandı durdu. şeytan da benim gibi boş geziyor ya! "şeytan acaba nasıl bir varlık?" diye düşündüm düşündüm..
yani öyle imgelendiği gibi elinde mızrağı ya da ne haltsa, kıpkırmızı bir beden, pis gülüşlü, kuyruğu çatallı bir varlık olduğunu düşünmüyorum. bence daha farklıdır. sonuçta şeytan da bir zamanlar cennette değil miydi? madem cennet güzel bir yer, o zaman şeytanın da güzel olması gerekir. zaten güzel olan herşey günah. bu durumda bence hipotezim doğru gibi.

neyse, sonra bol bol boş vaktim olduğundan dolayı gazeteleri öyle bir dolaşırken sabah gazetesinde "oha" nidalarımı esirgemememi gerektiren bir haber gördüm. "şeytanın fotoğrafı" varmış.

hayır ya hayır!
her düşündüğümün gerçek olması ya da bunlarla ilintili bir şeylerin gerçekleşmesi artık beni korkutuyor!
holy the angel

kanatlarımın çıkıp melekler gibi göğe yükselip, oradan tüm insanlığa yardım etmeye henüz hazır değilim ki!
ha bunu çok istiyorum. cidden. ama şu anda önce kendimi bir düzelteyim, sonra insanlık adına bir çok iyilik yaparım. önce kendime bir faydam dokunsun değil mi ama?
şu bozuk ruh halimden kurtulur kurtulmaz ilk işim insanlık için büyük bir adım atmak olacak!

aha buraya da yazdım!

yazan : holy witch ^_^

4 Ocak 2011 Salı

soyut ve somut sorularımla insanların canını sıkmaca

eğer bu bir blog değil de bloknot olsaydı şu an bitmiş bir bloknot olurdu. sayfaları yerlerde ya da çöp tenekesinde sürten.. 
o sayfaların üstünde ya bir tek kelime ya da söylenmek istenip de söylenemeyen binlerce cümle olurdu. kimse asla bilemezdi, öğrenemezdi düşündüklerimi, istediklerimi.. gerçi bilseler de anlamaları uzun sürüyor ya da anlayamıyorlar. hep bir bahaneleri oluyor anlayamamak için ya da hep onlar haklı oluyorlar. 


berbatlar.. 


kafamı toparlayamıyorum. 
kafama takılan bir sürü şey var çünkü. 
başımın ağrısı neden birden bire peyda oldu? benim başım hiç ağrımazdı. 
yemek yiyemiyorum. çok önemli mi? 
uzaktaki sevdiklerimin ruh ve halleri nasıldır? 
ben bu kadar onları iplerken, onların beni bir taraflarına takmayıp hiç arayıp sormaması etik midir?
insanların kafasını neden çok konuşarak şey yapıyorum? 
insanlar benim yaşadıklarımı dinlemek zorundalar mı? 
morrissey kime aşıktı da o kadar içli şarkılar yazıyor ve söylüyor? 
bir platonik aşkım olsa, arabasına binsem şöyle bağırsam :
"and if a double-decker bus
crashes into us
to die by your side
is such a heavenly way to die
and if a ten-ton truck
kills the both of us
to die by your side
well, the pleasure - the privilege is mine"
ne der?
ama yok ya platonik olmasın. sahici olsun. 
neyse, aklımda daha bir sürü şey var. insanların sıkıldıklarını düşündüğüm için bir çoğunu kimse bilmiyor. 
thunderbolt bile sıkılıyor bazen. fark ediyorum. 

tüm bu sorularıma cevap istiyorum. evet sayın bayım ve siz sevgili küçük hanım!
bir cevap lütfen!

.......

bunlar sıyırdığımın emareleri mi thunderbolt?
yavaş yavaş tünelin sonundaki ışığa yaklaşıyorum :P yok be ölmeye ya da delirmeye niyetim yok. beni delirtenler delirsin. çok da tın! 

o değil de başım felaket ağrıyor. sabah sağdan sağdan geliyorlardı, şimdi tüm kafatasım, gözlerim, burun deliklerim, ensem, kökü vs. yerlerim ağrıyor. sinüzit dediler. daha doğrusu bankadaki arkadaşım dedi. 
-umarım holy hanım sinüzittir. migren olmasın da.. 

canım benim yaaa.. her zaman halimi hatırımı sorar, ilgilenir. böyle insanları çok seviyorum. zoraki değil, candan konuşuyorlar ya.. 

bana da böylesi lazım işte. öylesine soru sorup, kafa ütüleyenlerden, öğüt verenlerden nefret ediyorum. 

bana sen lazımsın şimdi thunderbolt.. 
başka kimse dokunmasın.. 

there is a light that never goes out...

3 Ocak 2011 Pazartesi

iki deli

dün çok mutluydum.

tahmini bir ay geçti o depresif, karlı günden beri. o günden düne kadar soru işaretleri ve örümcek ağlarıyla doluydu beynim. thunderbolt'un ve bir çok dostumun yanımda olduğunu biliyordum ama bazı şeylerin yok olduğunu bilmek üzüyordu beni.

ama dün çok mutluydum.

saçlarımı -neredeyse- kırmızıya boyattım sabahın köründe. bir güzel hazırlandım. kendimi iyi hissetmem gerekiyordu ve bir yerden başlamam lazımdı artık. pespaye gittiğim kuaförden alımlı bir kadın olarak -en azından bana göre alımlı- çıktım.

dünün mutluluğu sabahtan geldi.

en sevdiğim caddede turladım. mağazalara girdim. ana avrat küfür ettim. küfürlerin sahibi karşılığını verdi bir güzel. audrey hepburn posteri aldım halep çarşısından. o gelene kadar tüm istiklal'i fethettim.

sonra gelince taktı beni koluna, çanta gibi oradan oraya savurdu. yine küfür ettim. hep küfürleştik.

kiliseye gittik. "töbe töbe" lerin arasında gizli gizli, sakıncalı şeyler söyledi.

oturduk. baktık yukarıya. yukarıda görebildiğim önce hz. meryem ana, sonra hz. isa oldu. gülümsedim bugünü bana bahşettiği için Tanrı'ya.

kaçtık.

pıtır pıtır kaçtık.

karaköy'den bir vapurla kadıköy'e geçtik. belki ömrümde geçirdiğim en zevkli vapur seyahatim buydu.

dün mutluydum, umut doldum.
deliyle deli oldum. ha zaten genlerimde var delilik, aynı bokun laciverti olduğumuz için "yeaa yapma yeaa" ları öylesine söyleyip deli oldum onunla birlikte.

nazım hikmet'i ziyaret ettik kadıköy'de. onun mekanında hiç ama hiç susmadım. sanki, yıllardır kimseyle konuşmamışım gibi geldi. susasım hiç gelmedi.
susmadım.

dün çok çok mutluydum.
ve anladım ki;
bir kadınla bir erkek yan yana geldikleri zaman arada aşk olmadan, sadece sevgi ve güven içinde de mutlu olabiliyormuş.
ilk defa aşık olmadığım bir erkeğin yanında bu kadar mutluydum. benim kanımdan biri olduğunu unutarak.
ve ben o erkeğe bu kadar kısa süre içinde kendimi çok borçlu hissediyorum.
bana katlandığı için..
beni karşılıksız sevdiği için..
beni "ben" olarak sevdiği için..
beni "yargılamadığı" için...

dünden beri dediğim ve düşündüğüm tek şey "bu adam ölene kadar benim. hayatından kimler geçerse geçsin, isterse on kere evlenip boşansın, isterse on tane çocuğu olsun, o benim.."

bu kadar sahipleniyorum, bu kadar seviyorum onu.

"fotoğraf çektirmek için yan yana getirilmiş iki nesne değiliz biz
güvercin curnatasında yan yana akan iki güverciniz
mesafeler birleştirdi bizi bir de sözler
razı olma hiçbir sessizliğe
biliyorsun seni seviyorum
pencereden bakmayı
öğreteceğim sana..." 



pencereden bakmayı öğret bana.. ben de hep sarılacağım sana.. 

1 Ocak 2011 Cumartesi

masal

yeniyi bulunca eski çabuk unutulurmuş..

yok öyle bir şey. bak 2010'un yaraları, hediyeleri hala duruyor ve unutamadığım bir çok şey var.

unutulmuyor. en azından unutturmuyor eskiler kendilerini.

ne olursa olsun.

sen "unuttum" desen de...

bu yüzden sana çok "maymun iştahlı" diyen olur. ama onlar bilmezler ki gerçeği...

açıklama yapmak istemediğin için de "ehehe öleyim" dersin.

ne yararı olacak onlara açıklama yapsan? sadece seni "yargılayacaklar"

canın sıkılacak. en iyisi sus.

ya da yalandan gül.. sessiz kalmak da bazen bir cevaptır.

onların hoşuna giden tek şey "yalan" çünkü. asla "gerçeği" hazmedecek güçleri olmaz. sabırları da...

o yüzden "yalancı" ol onların yanında. "maymun iştahlı" görün.

gerisi sana kalsın..

salla..

.....

thunderbolt, 


farkındayım, seninle uzun zamandır ilgilenemedim. biri yoktu. biri var olsa da o anca rüya olurdu. masal olurdu. 
masalda yaşadığımın ben de farkındaydım. ama ne rüya ne masalmış. 
bunlar yaşanınca güzel biter. kötü bitmez.
kötü bitti.


ne bitmesi yaaa, kendi kendime hüsnü kuruntu yapıyorum. 
belli olmaz hiç birşey. 
kimse çenesini açıp bana bir şey demesin, sormasın istiyorum. 
insanların beni "niye, neden, kim?" diye soru yağmuruna tutmalarından nefret ediyorum.
ben gönüllüysem zaten gelir sana anlatırım...
o yüzden konuşmuyorum son zamanlarda.
susuyorum.
benimle konuşan varsa konuşuyorum. 
sonra bana 
neyse...


seni çok özledim.. 
püskülü de özledim.. 
limoncello içtim ondan böyleyim.. 


öptüm..