26 Temmuz 2010 Pazartesi

aşkım, bu ne türk filmi mi?

türk filmi tandanslı bir hayat yaşamak güzel olabilir mi?

mesela sevdiğinizle bir yerde yollarınız "yanlışlıkla" ayrılsa, yanlış anlaşılma kurbanı olsanız, kendinizi "intihar" etseniz, sonra o yanlış anlaşılma beyaz saçlı, tombul elli bir teyze ya da palabıyık tonton bir amca tarafından açıklığa kavuşturulsa ve slow motion çekimde birbirinize koşsanız..
öeh kim istemez ki?

ama yeşilçam'daki her film ne yazık ki mutlu sonla bitmiyor. şöyle bir şey de olabilir. sevdiğiniz çok hasta. sizin onu sevdiğinizi bile bile, hasta olduğu için sizi kendinden uzaklaştırıyor. ve bunun için de elinden gelen her şeyi yapıyor. kahroluyorsunuz, kendinize açık sandığınız kapı suratınıza kapanıyor. siz de bu acımasız gerçeği bildiğiniz için susmak zorunda kalıyorsunuz. herkes yorum yapıyor, kimi sizi sevmediğini, gözünüzü açmanız gerektiğini söylüyor. kimisi de sizi sevdiğini ama elinizden bir şey gelmeyeceği için susmanızı tavsiye ediyor.

kafanız allak bullak. nereye koşacağınızı, hangi sahilde oturup göz yaşı dökeceğinizi şaşırıyorsunuz. kendinizi içkiye vuruyorsunuz. içiyorsunuz, ağlıyorsunuz. ağlamaktan helak oluyorsunuz. yanınızdaki insanı da mahvediyorsunuz.

işte bunlar hep türk filmlerinde olan şeyler. biri bana deseydi "yaşayacaksın sen de!" diye asla ama asla inanmazdım. "o kadar da olmaz" canım derdim.

oluyormuş.

acı ama gerçekmiş.

umarım bu film mutlu sonla biter. iki adet mezar göremez kimse.

16 Temmuz 2010 Cuma

adını deşifre ediyorum : bora!

canlarım,

her insanın hayatında sayısız veya da sayılı eski sevgilileri olmuştur. bunlardan kimisi bıçağını yüreğimize saplayıp defolup gitmiştir, kimisi de giderken sizin tüm hislerinizi ve güveninizi aldığı için "umur" diye bir şey bırakmamıştır aklınızda, beyninizde.

bom bok bir girişten sonra sadede geliyorum. on sene önce sevdiğim, daha sonra hayatımın adamını bulunca ve bir tarafıma da kazığı sokunca sevmeyi bıraktığım eski sevgili kategorisine bile girememiş olan bora adındaki şahıs yarın evleniyor.

e yani evlenebilir. illa sonsuza kadar herşey aynı kalamaz, biliyoruz herhalde. ama sorun ne biliyor musunuz? sorun evleneceği kızın benden çok çok çok çirkin olması :) ahaha yok o da değil. sorun bora'nın öküzün, andavalın ve bokun önde gideni olması.

niye mi? bakın şimdi. ben medeni bir insanım. eh çoğu yerde değilim. kabul. nezaketen annesi bizi bora'nın düğününe çağırmış. ulan sanki bilmiyor bir zamanlar oğlundan hoşlandığımı, hatta "sen gelinim olsana?" dediğini falan da unutmuş. neyse, anneme "hayır, gitmiyoruz" dedim. zaten gitmek için bir nedenimiz de yok. ama yine de annesini arayıp, ailem adına tebrik etmeyi falan düşünüyordum açıkçası.

evet, medeniyim demiştim.

dün akşam ellerimde, kollarımda paketlerle, yokuş aşağı yürürken aklımdan hiç ama hiç geçmeyen bir sima, bir zayıf, kara kuru bir genç adam önüme çıktı. tahminleriniz doğru. o şahıs bora'ydı.

aynı mahallede oturmamıza rağmen ayda yılda bir kere görürüz birbirimizi. o zaman bile selam sabah seromonisine girmeden transit geçiveriyorduk. ama dün akşam, transit geçmek ne kelime! adam suratıma bakmamak için arkasını döndü! biri yanında, diğeri arkasında olan arkadaşını görebilmek ve uyduruktan bir şeyler söyleyebilmek ve beni görmemek için arkasını döndü!

ahaha bir tarafımın kenarı!

ben de suratımı bihter yöreoğlu gibi yapıp yanlarından geçtim. öncesinde de 50 senedir görmediğim, nefret ettiğim insanı görmüşcesine şok geçiren kadın suratını taklit etmedim değil.

ama bu bana yapılır mı? lan ben medenice tebrik bile edecektim seni. zaten bu saatten sonra senden bir bok beklemiyorum, ne halt yemeye bunu bana yapıyorsun?

gerçi sen yaparsın. ne de olsa ikizler burcu erkeğisin :)
nefret ediyorum tüm ikizler burcu erkeklerinden! ahah tüm dünya bilsin bunu!


15 Temmuz 2010 Perşembe

hastalık hastası

moliere'den alıntılar yok burada. eğer öyle olsaydı le malade imaginaire olurdu başlık. ya evet, o kadar entelektüelim ki ecnebi eserlerin orijinal adlarını ezbere bilebiliyorum.

ama konumuz kendim. bizzat ben. içinde bulunduğum salak ötesi durum.

16 yaşımdayken ilk defa bayılmam sonucu -sınfın orta yerinde- o günden sonra "acaba ben niye bayıldım? ya hastaysam? ya kansersem?" gibi andaval sorular beynimi kemirip durdu. arkadaşlarımı da telaşlandırmıştım.
-burnundan kan geliyor mu?
-ıh ıh.. gelmiyor :(
-gelseydi, kan kanseri derdim :/

16 yaşında, sosyal bölümünde okuyan lise ergeni genç kızımız söyledi bunu bana. şimdi kendileri tiyatrocu oldu, orası apayrı bir konu.

çok geçmeden herkesi bezdirdim. durup durup ağlamalar, sağlık ansiklopedilerini hatim etmeler falan derken halam farkına vardı durumun. sonra doktor yolunu tuttuk annemle.

her doktorun yaptığı gibi neyim olduğunu sormaya başladı.
-başım dönüyo, bayılıyorum (1 kere bayıldım yalnızca), midem bulanıyo. kanser olabilir miyim sizce?
-ne?!?! kızım sen kaç yaşındasın?
-16
-okuyo musun?
-evet. lise 2deyim.
-inanamıyorum sana! nasıl bu kadar cahil olabilirsin! kanser o kadar kolay bir hastalık mı? nasıl böyle düşünüyosun?

yerin dibinin dibini gördüm yemin ederim. suratım ilk defa pancar rengini aldı.
sonuç olarak kanser değilmişim, vitamin eksikliğinden dolayı olduğunu ve kahvaltı yapmadan evden çıkmamı söyledi. ilaveten passiflora verdi.

bu deneyimden sonra sırasıyla kendimi çeşitli kanser hastalıklarında ve meniere sendromunda buldum.
sürekli kulaklarım çınlıyordu bir ara. baş dönmesi, mide bulantısı cabasıydı. staj yaptığım yerdeki patronum güvendikleri doktorlarına yönlendirince ortaya çıkmıştı. sendromun başında yakaladık sendromu.
bundan sonra en sıkı sebeplerimden biri oldu meniere sendromu.

şimdilerde yine bir yerlerimde bir şeylerin ürediğini, türediğini var sayıyorum. meme kanserinden mide kanserine gidip geliyorum.

neden bilmiyorum, ölümüm bu kanserlerden birinden olacak. ya da kafayı yiyip kendime bir şey yapacağım..

işte böyle hastalık hastasıyım..
allah rahmetimi eylesin..

13 Temmuz 2010 Salı

çok zor günler

iki haftadır nasıl yaşadığımın farkında değilim. ne için nefes alıp veriyorum? ebeveynlerim ya da beni çok çok sevenler için mi?

yaşamanın gayesi ne ki? çalış çalış çalış, sonra eve gel yat yat yat. hafta sonu trafik oluyor, kalabalık diye hiç bir yere gitme. zaten yorgun argınsın evde dinleneyim diyorsun. yani yine yat yat yat emrine uyuyorsun.

uyuyorsun evet. ömrünün çoğu uyumakla geçiyor, uyutulmakla geçiyor. her daim uyku modundasın. benim gibi.

gaflet uykusu, kan uykusu, yorgunluktan sızma..

bu son zamanlarda 24 saat uyusam sanıyorum umrum olmaz. bahar gelmiş, yaz geçmiş, bebekler doğmuş, yeni bir devlet kurulmuş, başbakan gitmiş, türkiye çok iyi bir yere gelmiş umursamam.
umursamam gereken artık tek bir şey var :

hayır kendim değilim. kendimi çok çok umursasam bu hale gelemezdim. onca aptallığı yapamazdım. sonunun ne olacağını bile bile lades dedim. korktum, kaçtım. kaçtığım için bir sürü laf işittim.

çok zor günler geçiyorum. ve ileride "çok zor günler geçirdim vaktiyle" diyeceğim. belki de geçmeyecek.

belki de ben bunalımdayım. ama tüm enerjimi toplayıp destek olmam gereken biri var. her ne kadar beni istemese de. metanet ne demek öğrenmek zorundayım..

ve evet sabırlı olmayı da öğrenmek zorundayım.

11 Temmuz 2010 Pazar

yanıbaşımdan

dedem öldüğü zaman, dünyanın durduğunu düşünmüştüm. ne de olsa ilk ölümdü gördüğüm, hem de en çok sevdiklerimden biriydi giden. bir daha asla sesini duyamamak, görememek onu, bağırmasını, öpmesini hissedememek çok koymuştu. babamdan çok babamdı giden adam, varını yoğunu benim için harcayandı. dünyanın en yakışıklısıydı. belki çok agresifti ama seviyordum onu.

dedemdi.

hiç bir hastalığı olmadan gitti. hiç uğraşmadı ne kendisi ne de biz. uğraştırmadı. en büyük isteklerinden biriydi böyle sessizce gitmek.

istediği oldu. gitti.

onun arkasından, sahip çıkacağım, onun kokusuyla bezenmiş tek bir kişi kaldı. yine onun kadar çok sevdiğim bir kişi. babaannem.

babaanneme sarıldım yattım. babaannemle birbirimize destek olduk. eksikliğini hissediyoruz geçen 3 sene üstüne ama her güzel şey bir gün elbet bitiyor, bunu da biliyoruz.

meğer o 3 sene içinde başka neler olmuş da ben fark edememişim.

bu son 3 sene benim kaderimi çizmiş, yollar yapmış, ağlar örmüş.

evet, trikotajla hiç bir alakası olmayan kaderim ağlarını örmüş.

en sevdiğim dediğim adam hasta. karasevdam dediğim, kim gelirse gelsin onun yeri farklı dediğim insan adını bile zikretmeye tahammül edemediğim ve çok korktuğum bir hastalığın pençesinde. kimse bilmiyor çevresinde. acısını yutmuş. ben yutamıyorum. boğazımda düğümleniyor herşey. yapamıyorum. destek arıyorum. kimse destek olmuyor. hoşuma gitmeyen nedenleri hep bu hastalığa bağlıyorum.

yaşama isteği diye bir şey kalmadığını fark ediyorum her sabah. "bugün niye varım ki?" sanki hasta olan benim öyle değil mi? o bu kadarını bile yapmıyor çünkü yaşamak istiyor.

bense, onsuz hayatı düşünerek şimdiden ayakta durmaya çalışıyorum. ama giderse, arkasından sarılacağım, kokusunu duyabileceğim kimse yok. bu canımı yakıyor.

kolay olmayacak, elbet üzüleceğim.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

alaturka başlasın

aslında her gün sadece bir konu yazacaktım. ama geçen cumartesi çok konuşup, çok güldüğümüz şu konucuk aklıma gelince..

tutamadım, elimden kaçtı!

şimdi efendim, biliyorsunuz ki bazı genç kesimimiz alaturka müzik ile ilgilenmekte. bu kesimin sayısı çok azdır tahminime göre. genelde bu kesimin ses tonları alaturkaya çok elverişli oluyor.

tabi ki de alaturka söylesinler, tabi ki albüm çıkarsınlar, müziği gelecek yeni nesillere sevdirsinler, saydırsınlar.

ama lütfen; televizyona çıkıp, böyle on bin küsür yıllık san'atçılar gibi el kol hareketi yapmasınlar. çok yapmacık oluyorlar. böylelerini gözümü kapatıp dinliyorum yeminlen.

ya o nasıl hareketlerdir öyle! gözler kapalı, eller bir aşağı bir yukarıya inip kalkıyor. ama kendisi de farkında çok yapmacık olduğunun. hani alaturka söylüyor ya küçük hanım, hani kendini kaptırmış gidiyor ya, hani çok nazik olması gerekiyor ya...

tenni tenni tenni tenni terenne..

yapmacık abi! yap-ma-cık!

belki de kızımızın jazz müziğe karşı ya da ne biliyim bluesa falan karşı bir sempatisi vardır. amma ve de lakin toplumumuzda bu tür müziklere karşı bir ilgi ve alaka olmadığından ötürü mecburen alaturkayla ilgileniyor da olabilir. mümkün yani.

ayşegül aldinç'in böyle tarzda bir demeci de vardı evvelinde. jazz müzik yapmak istediğini ama türkiye'de yapamayacağını belirtmişti kendisi. pop söylüyor ama kadın bu işi beceriyor.

demek ki herkese nasip olmaz böyle bir yetenek. ya da söyle sen yine alaturkanı ama el kol hareketini eksik et. valla oturur dinlerim işte o zaman seni.

minik pisi : levon enişteme saygımla bu yazıyı kendisine ve de halama ithaf ettim..

sen şimdi canımın yandığını düşünüyorsun ya, dottt! yanlış tahmin!!!

bir limana demir atmak ve o limanda sonsuza kadar kalmak herkesin en tabii isteği. tabi adamına göre ah çok pardon limanına göre kalınabilirliğinin olması da gerek. şimdi böyle yıkık, virane, bağlasan hiç bir şeyin durmayacağı bir limana demir atmakla eline ne geçecek?

koca bir hiç.

hiç işte hiç.

istediğin limanı bulana kadar belki tüm dünyayı dolaşman gerekecek, fırtınalarla oradan oraya savrulman gerekecek. hayatın eksi tarafları bunlar.

acaba eksi mi?

her eksi sandığımız şey aslında ya da belki de bizim için artıdır. bunu kimse bilemez.
misalen, çok istediğimiz bir şeyin olmaması bizi gamlara, kederlere savurur. bunalımlara sokar. ama acaba o çok istediğimiz şey olsa ne kadar mutlu olacağız? ya da nasıl mutlu olacağız? belki arkasından daha kötü bir şey olacak.

bilemeyiz.

kendimize ne kadar güvenirsek güvenelim neyin ne olacağını biz çok çok iyi bilemiyiz. ancak tahminlerimiz ya da güvenilir insanların tahminleri doğrultusunda bir şeyler yapabiliriz.

çok kaderciyim ne yazık ki. alnımda ne yazıyorsa o deyip geçiştiriyorum. savaşmaktan yorulmadım ama bir yerden sonra ne kadar itsen de araba çalışmak istemiyorsa vinçle bile kaldıramıyorsun.

canının ne kadar yandığını anladığın zaman da daha çok kahroluyorsun. hangi kucağa uçağını, ne yapmak istediğini bilemiyorsun.

ama nereye kadar yanacak canın? ya da canım?

söyleyeyim hemen : yeni bir limana demir atana kadar. e bit tabi hasarların olacak. işte o hasarları yok etmek de o limanda bulunan denizciye ait.

birinin sığınacak adası olmaktansa liman liman dolaşırım dünyayı. en sonunda bulurum elbette sığınacak bir liman.

işte bu yüzden canımın acısı kolay geçiyor artık..

6 Temmuz 2010 Salı

beddua hoş dua aslında

yazmayacaktım ama.. dürtüyor şeytan beni. susamıyorum, susamayacağım. ama çok susadım.

hayatımdaki yediğim en büyük kazıklardan birini daha yedim. üstüne bir kutu ağrı kesici içecektim ama halim nice olur diye düşündüm. gururum incindi her şeyden önce, güvenim sarsıldı. hiç birinize güvenemeyeceğim bundan sonra.

insanoğlu çiğ süt emmiş diye boşuna dememiş atalarımız. en çok güvendiğin, en zararsız gördüğün hiç üşenmiyor, hiç korkmadan seni sırtından vurabiliyor. öyle merhametsiz, öyle hain bunlar.

sen hiç hain olabildin mi? ben, bana yapılana karşılık yine acıyorum en ufak bir şey olduğu zaman karşımdakine. e o zaman da kendimden tiksiniyorum, nefret ediyorum. sayesinde kaç zaman salya sümük ağladım o beş para etmez kimseye nasıl acıyabiliyorum? :

-allah'ın bana vermiş olduğu acıma duygusuna ve merhamete dayanarak!

keşke böyle biri olmasaydım.. yani iyi, iyi bir insan oluyorsun diğerlerinin gözünde. azize ilan etmelerine ramak kalıyor neredeyse.

azize olmak güzel de bana haksızlık yapana ben hala ekmek mi vereceğim?

bedduanın kralını ederim. hiç acımam o konuda.

"hiiiiiiiii! sakın beddua etme! döner dolaşır ayağına dolanır!"

yok canım! iyi ağzıma sıçsın millet ben hala "ya, rabbim sana en güzel şeyleri nasip etsin inşallah" mı diyeyim?

hahahayttttttttttt

"allah seni nasıl biliyorsa öyle etsin" der dururum..

allah'ın işine karışmayı sevmiyorum biliyor musun? ama yine de arada isteklerimi söylemeden de duramıyorum.

rahatlıyorum edince. e olduğunu duyar ya da görürsem ki çok canım yanmış ve hala daha kanıyorsa yaram...

oh olsun diyorum..

bu iş böyle.. canımı yakanın canı yansın..

2 Temmuz 2010 Cuma

dikenin gülü

gizemli olaylar, ruhlar, periler, ecinniler -ay onlar üç harfilydi :/- her zaman ama her zaman en çok merak ettiğim konular arasında olmuştur.

öldükten sonra ne olur, ruh ne yapar, cin gelince nasıl şeyler olur, reenkarnasyon diye bir şey var mı? ve benzeri bir sürü şey..

rahmetli dedemin "bilinmeyen" dergisine abone etmesiyle bu merakım daha da şiddetlendi. "bilinmeyen" dergisi ata nirun'undu. içinde tam benim istediğim türden konular, makaleler yer alıyordu.

tabi ben bunları okurken taş çatlasın ortaokula gidiyordum.

kendimi öyle kaptırmıştım ki reenkarnasyon diye bir şey olduğuna adım gibi emindim. hatta ben de rus çarı II. nikolay'ın kızı prenses anastasya'ydım.

he valla.. duyduğuma göre bacağından vurulmuş, kaçmış falan o gece ailesi tek tek kurşuna dizilirken.. şimdi ne alaka değil mi? yani bacağından vurulduysa..

dur orada..

benim sağ bacağımın üstünde kıpkırmızı bir leke var. gerçi artık pembeleşti. e anastasya'da bacağından vurulmuş. e ben rusya'yı rusları çok seviyorum..

o halde ben..
anastasya'nın ruhunu taşıyorum.

evet ben oyum! prenses anastasya!!!!

aptal olsa inanmaz oysa ki. çocukluğun verdiği hayal gücüyle kendimi prenses sanıyorum. katledilen ailemi düşünüyorum. annemin yaptığı pislikleri düşünüyorum rasputin alçağıyla. "anne babamı nasıl aldatabildin? hem de babam rasputin hayvanından daha yakışıklı! allahım midem bulanıyooo. böhühühühüh" diye ağlıyorum..

sonra bizim apartmandaki arkadaşlarım, yeni taşınan sevgi ablaya gitmeye başlıyorlar kuran-ı kerim öğrenmek için. çok sonradan haberim oluyor. ben de gitmek istiyorum ama çok bilmişin biri "yaa olmaz, sevgi abla şu kadar sayıda kişi gelsin dediiii" diyor en şımarık haliyle. "siktir git" diyorum içimden.

benim bu hallerimi -yani paranoyaklaşan holy'i- bir güzel anlatıyorlar sevgi ablaya. kadıncağız illa tanıştırın beni onunla diyor. evine gidiyorum. o zamana göre ve bana göre öcü gibi kapalı. eşi, babamın yakın arkadaşlarından ama tırsıyorum evine giderken. kapalı ya, öcü gibi kapanmış ya, ya beni de sürüklerse diye korkudan ölüyorum.

tam aksine beynimi yıkamaya çalışmıyor, öyle güzel sohbetler ediyoruz ki, artık sevgi ablanın evinden hiç çıkmıyorum. dinimin, okulda din kültürü dersinde öğretmen masasına çıkıp namaz kılmaktan daha da farklı olduğunu keşfediyorum. zoraki ezberletilen duaların güzelliğini, peygamberimi öğreniyorum. okulda nasıl bir eğitim almışız, nelerden bahsedilmiş bu zamana kadar? şaşırıyorum. bugünkü kuşak dinini sevmiyor, uygulamıyorsa bence okulda verilen din kültürü dersindendir.

neyse, bu kadar sohbete rağmen prenseslik mertebesini çok sevdiğim için hala daha reenkarnasyona inanıyorum. en son artık kadını ne kadar bunaltmışsam "seni biriyle görüştürücem holy" diyor. kim diyorum. "emine şenlikoğlu" diyor.
o kim ki? diye düşünüyorum. kitabı varmış, yazarmış. ben niye tanımıyorum?
islami bir yazar. dindar. kapalı. öcü gibi.
allahhhhh, babamla dedem ne kadar kızacaklar! çünkü emine şenlikoğlu dindar bir yazar. kimbilir nasıl aklımı çelecek benim?

halbuki kimsenin bir şey dediği yok.

çıkıyoruz sevgi ablayla dışarı. evinde telefon yok. o zamanlar minik dükkanlarda parayla telefon kullanılırdı. bilmiyorum şimdi var mıdır öyle dükkanlar. sevgi abla telefon ediyor. emine hanım'ın yardımcısı çıkıyor telefona. sonra emine hanım. işi olduğunu ve acilen çıkması gerektiğini söylüyor. ya da öyle bir şey. tam hatırlamıyorum. ve ben görüşemiyorum emine hanımla..

sonra sevgi abla taşındı bizim oradan. zaten bende de heves kalmadı hiç bir şey için. hala daha okurum elime öyle bir şey geçse..
artık her şey daha kolay. internet var, e-mail var.. ben de yıllar sonra emine şenlikoğlu'na mail attım. olanları anlattım. hatırlamadı haliyle. zaten hatırlayabileceğini ummuyordum.
şimdi mi? inanmıyorum reenkarnasyona falan. neyin ne olduğu açık açık yazıyor aslında.
sadece okuyup, anlamasını bilmiyoruz..
ya da okumayıp olmayacak şeylere inanıyoruz...

o kadar...

1 Temmuz 2010 Perşembe

düğün çorbası taştı

hiç bir zaman çeyize meraklı biri olmadım. olamadım.

istemedim dantelalar olsun üç beş takım sandıkta, sıkıntı verdi her zaman havlu kenarları. zaten adamlar ellerini suratlarını silecekler onlara, deforme olacak. ne lüzumu var? yazık günah yemin ediyorum ona verilen zamana ve göz sağlığına.

en kör hatun bile oturur, hiç erinmez havlu kenarı yapar.
-aaa ne kadan güzel bir örnek. bana ver de başliim bi an önce. anne kız, bu renkten havlum da vardı benim zaten. iyi olur diy mi?

eheheheh.. tipik görücü usulü evlenebilecek türk kızı oluyor kendileri. evlensin de çoluğa çocuğa karışsın da, beyi onu çalıştırmasın da, otursun tüm gün tv izlesin, yemek yapsın, kitap okumasın onun yerine boş kalan vakitlerinde dantel yapsın, örgüden paspaslar yapsın..

çocuklarına yelekler, hırkalar örsün. akşam beyi geldiği vakit üç çeşit yemek çıkarabilsin.

yine bu kızımız, düğün olmazsa şöyle anlı şanlı evlenmez de. nişanında abiye tarzı elbise giymeli. nişanı da düğün sarayında olmalı. evde değil.

kına gecesi..
ahhhhhh canımı yakıyor..

ben çok kalbur üstü biri değilim. ortalama yaşam süren, mazbut bir insanım. çevremdeki bir çok hatunun böyle istekleri var. en sevdiğim dostumdan tutun, kuzenime kadar. ama sevemiyorum. yani yarın öbür gün evleneceğim vakit kına gecesi, düğün, çeyiz kelimelerinden birini birinden duyarsam atarım kendimi 5. kattan!

böyle söyleyince "aaa olur mu? kına gecesi olmadan evlenilmez"
neden evlenebilenler evleniyor kına gecesi olmadan.
bazıları da içinde uhde kalır diyor.

inanın hiç sanmıyorum ki kalsın.

normalde kına gecesine bile gitmeyen şahsım neden kına gecesi yapmak istesin ki?
matah bir şey yok ortalıkta.
ertesi gün zaten yoğun miktarda efor sarfedeceksin, yat aşağı dinlen bence.

o gecede kadınların tek amacı "acaba bu kız ağlayacak mı? şöyle güzelce bir ağlatalım :)" oluyor. ve inanın hangi kına gecesine gittiysem -ki çok gitmemişimdir- kızcağızı ağlatana kadar susmuyorlar. o bilindik türküyü söylüyorlar sürekli plak takılmış gibi.

yüksek yüksek tepelere evler kurulalı çok oluyor be bacılar.. hem zaten teknoloji o kadar gelişti ki binlerce şükür rabbime, korkmayın, tek uçakla ebeveynlerinin yanına gidebilir kızlarımız, ne kadar uzak olursa olsun.

uçan kuşlara malum olana kadar tek tuş kızımız anasını arayabiliyor. canı gül cemalini görmek isterse de 3g diye bir şey var ya da MESENE var..

artık devir değişti, bence kına geceleri de değişsin..

ama ben böyle bir ortamda ben bulunamam. her boka zırlarım, sokağın ortasında ağlarım.
utanmam.
böyle zoraki ağlatma ritüelleri bozar beni!

ve düğün.. düğün çorbası.. düğün çiçeği.. düğün alayı.. düğün salonu.. düğün sarayı..

düğün alayı gelir kızın kapısının önüne davulla zurnayla.. "bam bam bam.. dilililili diliillilil"
kökenim paris'te olduğu için, öfff çekilmez yaa!
illa davul zurna gelmek zorunda mı?
ne yani yoksa kızımız çıkmaz mı evden?

kaç senenin bekleyişi var, sizce çıkmaz mı bu enstrümanlar olmasa?
:)
hiç sanmıyorum.

düğün sarayları ya da salonları..
böyle samimiyetsiz yerler görmedim. en güzeli denilen bile samimiyetsiz geliyor bana. her yerde koşuşturan veletler, kaç senenin üstüne ya da düğünden düğüne görülen akrabalar.. dedikodular..
kim ne giymiş, kim kime ne takmış konuları..
gelinin sıkıntısı, damadın kızarıklığı..
bence çiftlerin %80i düğünden sonra "hay s.kiim düğününü" diyorlardır..
gördüğüm her çiftin suratında bu ifade vardı dostlar.. kimse yalan demesin...

oysa sade bir nikah, ardından sade bir balayı, sade bir gelinlik, sade bir ev..
ben bunu söyleyince çevremdeki gösterişi seven dostlarıma "aaaaaaa olur mu öyle şey?" diyip ayıplıyorlar beni.
istemediğim bir şeyi nasıl yapabilirim? tipik türk kızı imajını oldum olası sevmiyorum. hiç de öyle olamadım.

tee ortaokula giderken yaşıtım arkadaşım haldur huldur dantel yapardı. çocukluk, öyle özenirdim ki.. rengarenk ipler mi almadım, egzantrik tığlar mı almadım.
gel gör ki zincir bile çekemiyorum halen daha.

yani insanın içinden gelmeli bazı şeyler. zoraki yapılan hiç bir şey güzel olmuyor.

sade nikahlarda görüşmek dileğiyle..

not : abiye sevmem, giymem, saçımı lüle lüle topuz yaptırmam. dragos'ta ya da bostancı'da oturmayı ister, küçükyalı evlendirme dairesinde sade bir nikahla evlenmeyi dilerim..