31 Aralık 2010 Cuma

herşey muamma

"cennetteki melekler asla parçalanmazlar. çünkü, ruhun ayrılacağı etten ve kemikten bir vücutları yoktur. dünyada bu böyle değildir. burada her şey gayet kolay bir şekilde bozulur. bir dağ bile zamanla aşınır, taşa ve toprağa dönüşür. doğada olan her şey yavaş bir yangın gibidir. tüm yaratılış için için yanmaktadır. yaratılan her şeyi her zaman tümüyle anlamak mümkün değildir. mesela ben bir kağıda resim çizebilir veya boya yapabilirim. ama bu, çizdiğim şey olmayı anlıyorum anlamına gelmez. zaten çizdiğim şey canlı değil ki. garip olan da bu: ben canlıyım!"

jostein gaarder'ın aynadaki muamma adlı kitabını bitirdim. sofi'nin dünyası kadar ağır değil, iskambil kağıtlarının esrarı kadar fantastik değil. ariel adlı melekle, ölüm döşeğindeki cecille'nin kainata, Tanrı'ya, dokunmaya, hissetmeye, düşünmeye ve bir melekle insan arasındaki farklılıklara dair yorumlarını ve konuşmalarını içeriyor kitap.

ariel, oldukça meraklı bir melek. dokunmanın, düşünmenin nasıl bir şey olduğunu cecille'in anlatmasını istiyor. cecille ise, ölüm döşeğinde her şeyi sorguluyor. ariel'e çoğu zaman kızıyor. ondan, cenneti anlatmasını istiyor sürekli.

rüyalar hakkında konuşurken, insanların rüya gördükleri zaman, bir melek gibi hiç bir şey hissetmemesinden bahsediyorlar. burası oldukça enteresan ve doğru geldi bana. rüya görürken, bir çok şey yaşarız. ama asla hiç bir şey hissetmeyiz. tıpkı melek gibi.

kitabımızın sonu biraz acıklı. ama jostein gaarder, bu acıyı siz hissetmeden enjekte ediyor beyninize.

2008 yılında kitabımızın filmi çekilmiş. baş rollerde liv ullmann var. henüz izleyemedim ama fotoğraflarından anladığım kadarıyla, kafamda canlandırdığım gibi bir film çekilmiş.

.........
bu sabah tante rosa'yı okumaya başladım. sevgi soysal kitabımızın yazarı. tante rosa adlı bir kadının (muhtemelen sevgi soysal'ın teyzesi bu kadın) yaşama karşı direnişini anlatıyor. incecik bir kitap. ama sabun köpüğü gibi kaybolmayacak cümlelerle dolu. feminist bir kitap gibi geliyor ilk başta ama ilerleyince öyle olmadığını anlıyorsunuz. kadınların da "bu dünyada biz de varız!!" çığlığını, seslenişlerini duyurmak için yazılmış gibi. aslında kadınlardan çok erkeklerin okuması gerek diye düşünüyorum.

bunun dışında frijit jones'luğuma devam ediyorum.
arkadaşlarımın bana "sevgili, erkek arkadaş" bulma serüvenleri devam ediyor. etsinler. bulduğum vakit ilk başta sevinen daha sonra "ayy bu ne biçim adam?" diyen o kadar çok arkadaşım var ki.. muhtemelen bu sefer de aynı şey olacak.

arkadaşlar neden böyledir? tamam, gözünü açmak isterler, yanında olmak isterler ama belli bir yerden sonra bayarlar. hakikaten. savaşırken yanında olmazlar, ama öncesinde seni harika gaza getirirler. ben yaptım mı böyle bir şey hatırlamıyorum. ama benim yüzümden sevgilisinden ayrılan ya da benim gazıma gelen kimse yoktur herhalde. akıl isteyene akıl vermek kolay, kelin merhemi olsa kendi keline sürer zaten.

aman neyse, geçiyoruz yeni yıl dileklerimize :

öhümmm

*hayatımın aşkını istiyorum
*sağlık, sıhhat, huzur istiyorum
*hiç bir günümün heba olmadan geçmesini istiyorum
*dileklerimin -eğer ki sonuçları güzel olacaksa - kabul edilmesini istiyorum
*anonimin dileklerinin kabul olmasını istiyorum. o da efor sarfedecekmiş olsun diye :)
*tüm sevdiklerimin beni daha da çok sevmesini istiyorum. inanın ilgi gösterdikçe siz ben size 10 adım gelirim
*akılsızlara akıl fikir ihsan edilmesini istiyorum
*daha çok kitabım olsun istiyorum
*kara kalem çalışmalarım daha güzel olsun istiyorum
*ney çalmak istiyorum (ney? ney)
*beni seven tüm insanların dileklerinin gerçekleşmesini de istiyorum
*dini, politikaya katmasınlar istiyorum...

aslında listem daha upuzun ama hem santa claus'a hem de Tanrı'ya ayıp olmasın, yeter artık dedim.
böyle de iyi niyetli biriyim işte..

umarım 2011 güzel olur 2010'dan. unutmayın ki 2012'de MARDUK geliyor. ona göre geçirin 2011'i.....

happy new years!!!!!!!

29 Aralık 2010 Çarşamba

takılmalar

bazı şeyleri çığırından harika bir şekilde çıkartabilme özelliğine sahip olmamdan dolayı acayip mutluyum.

inanılmaz efor sarfediyorum, inanılmaz çaba gösteriyorum. iyiyken hali hazırda zınk diye kötü yapıveriyorum olağan durumu.

ama hep mi benden kaynaklıdır yoksa benim mi kaçırdığım detaylar oluyor da iş dönüp dolaşıp bana patlıyor onu bulmuş değilim henüz.

bu şey gibi, rus ruleti gibi. kimde patlayacağı belli olmayan dolu bir silahla oynuyorum ama hep ben kaybediyorum. he şimdi "kumarda kaybeden aşkta kazanır bebeyim" demeyin. sevmiyorum bu lafı. ikisinde de sıfır her şey.

bugün hayata optimist bakamıyorum. aslında bakıyordum ama birden bire baktığım noktalardan biri çöktü.
dalgacı holy bir anda 180 derece dönerek ciddileşti.
"ulan noluyo aq" çığlıkları çın çın çın beynimde çınladı.
dışarıya karşı "yok bişiler" başladı.
hayır, cinsimin içine tüküreyim diyorum da başka bir şey diyemiyorum.
hep dalga geçtiğim şeyler, şu hayatta neden ciddi meseleler olarak karşıma çıkıyor?
buna tahammül edemiyorum galiba.
felaket halde takıldığım, umursadığım her şey aslında ipe takılmayacak şeylerken, dalga geçtiklerim çok çok önemli olaylar haline geliyorlar bir anda.
bende bir bozukluk var.
ya insanlar beni anlamıyor, ya ben onları.
ya da sürekli benimle oynuyorlar ve ben "buna" inanmak istemediğim, o insanları bu şekilde yaftalamak istemediğim için susup huyuna, suyuna gidiyorum.

ama kırılan hep ben oluyorum.

kendimi eski, antika bir vazo gibi hissediyorum. her daim yaramaz bir çocuk tarafından paramparça edilip, bir başkası yapıştırırken muhakkak ki bir parçası yok olan..

28 Aralık 2010 Salı

iki ucu çoklu denklem

evlilik!

teoride çoğu zaman mümkün ve kolay, pratikte zor.

kadınların rüyası, erkeklerin baş belası.

bugüne kadar bir iki kişi hariç erkeklerden hiç birinin "ben evlenmek istiyorum" dediğini duymadım.

peki niçin?

100 kişiye sorduk. 50si kadın, 50si erkekti. eşcinsellere sormadık. homofobiğiz biz. hem türkiye'de yasak eşcinsellerin evlenmesi.

neysse..

50 kadından 5i evliliğe sıcak bakmazken, erkekler tarafından 50 erkekten 2si evliliğe sıcak baktı. (doğru istatistik çalışması için bkz : die. bu bilgiler doğru olmayabilir.)

nedir erkekleri bu kadar korkutan?

*sorumluluk mu?
*"başka denizlere" açılamama korkusu mu?
*"boklu bez" değiştirme korkusu mu?
*temizlik korkusu mu?
*"özgürlüğüm gidiyor eyvah!" korkusu mu?

ne? nedir yani?
50 kişilik bir erkek grubunda sadece bir erkek bu sorumuza cevap verdi :
-özgürlüğüm gidiyor eyvah! korkusu imiş.

tabi bu kişiden kişiye değişir cano canlar. bir çok erkek bebek bakmak ya da halı süpürmek istemediği için evlenmeyebilir. kimisi çapkındır, her çiçekten bal almaya devam etmek için evlenmeyebilir.

sonuç itibariyle erkeklerin şu devirde evliliğe sıcak bakmasını kimse bekleyemez. kadınların çok istekli görünmesi bile erkeği "evlenme" düşüncesinden çok çok uzağa atar. (bkz : tecrübe lan bu)

kadınların da korktuğu noktalar bittabi vardır. bakire kadınlarda bu korku genel olarak "ilk gece sendromu" olarak adlandırılır. yaşadığımız ülkenin "tabuları" altında ne yazık ki 10 kadından 2si vaginismus illetine sahip olup, ilk gece bir şey yaşayamaz. sürekli korku dolu olur. ayşe arman'ın bir yazısında, bilirkişi bir hanım evlenmeden önce bekaretlerini vermemesi konusunda kızlara şunun gibi saçma şeyler söylenildiğini beyan etmiş :

"eğer evlenmeden biriyle beraber olur, kızlığın giderse her taraf kan olur" 

yok ebeninin kanı! bu tür cümleler evlilikten her kadını soğutur. yani azcık aklı olan kız "ulan evlenmeden bu iş böyle oluyorsa, evlendikten sonra da aynısı olmalı. evli olmayan adamların pipisinde bıçak falan mı var acaba?" diye düşünecektir. düşünemeyen kız korkacak ve vaginismus olacaktır. yani vaginismus hadisesi haydar dümen'in dümeni değildir. (kirlikedi deyimi)

kimseye "ver gitsin, rahatlarsın" da demiyorum. bunu çıkarmayın şuradan. sadece türkiye'de kadınların içinde bulunduğu baskıyı anlatmak istedim. erkeklerin de doğal olarak artık "bakire" değil "bakire olmayan" gruptan evlenmek istemelerine şaşırmamak gerekiyor.

bu yüzden 20 - 40 yaş aralığındaki tüm kadınlar ve tüm erkekler evlilikten kaçıyor. hem cinsellik, hem sorumluluk korkusuyla...

holywitch yerin dibinden bildirdi..

27 Aralık 2010 Pazartesi

son bir sigara içelim

oley!

tekrardan "yemek yememe, yiyememe sendromum" başladı. inanın çok mutluyum.
yarım tablet remeronun etkisi anca geçti. canımın canı midecim küçüldü. yine yemekhaneye çıkmıyorum, kahvaltı niyetine aldığım "çatalı" bitiremiyorum.

kahvelerle ve sigarayla fazla haşır neşir oldum bu haftasonu. ve bir ilk daha! ailemin gözü önünde sarhoş olduktan tam bir hafta sonra, annemin karşısında sigara içtim. aman ne yapayım? gelmişim 27'ime, kardeşim odasında fosur fosur içerken kimden, neyi gizleyeyim ki? sigarayla saygı mı olur?
hem ben "genel içici" değilim. olmam da sanıyorum ki. Allah muhafaza. topu topu bir tanecikti.

hala daha sigarayı sevmiyorum. annem sigara içmeye başladığı an yerinden kalkıyorum.
odama kimseyi sokmuyorum sigarasıyla.
kokusundan nefret ediyorum.

ama bazen ortamı geliyor ve siz de içmek istiyorsunuz.
mesela dedikodu yaparken ya da çok çok sıkıntılıyken.
ve bu çok doğal.
bu ortama uyum sağlamaktır. ve ben bunu yaparken zevk alıyorum açıkçası.

nasıl ki içki içerken zevk alıyorsam ortamı geldiği zaman, sigara içinde aynı şeyi söyleyebilirim.
25 yaşına kadar "sigarayı" ağzına sürmemiş biri söylüyor bunu size. ilkokul ikide "yeşilay" kolu olup (sınıf kolları seçilirken, o gün sınıfta olmayan öğrenciye kalan sınıf kolu) öğretmenine sigara içirmeyen bir kadından okuyorsunuz.

sevgilisine sigara içirtmemek için gözünü korkutup, çocukcağızın okulun tuvaletinde sigara içmesine neden olan ve "eğer sen içersen ben de başlarım" diye bas bas bağıran bir kızdan dinliyorsunuz.

ev arkadaşlarıyla, okulun son günü, mutfakta oturup ağlaşırken, tüm arkadaşları sigara içerken ve ısrarla "iç" derken içmeyen ve "aşkolsunnnn" lara maruz kalan bir kızdan okuyorsunuz.

dedesi sigara içerken kullandığı masmavi, cam küllükle birleşen mavi dumanı hayran hayran izleyen bir kız çocuğuydum. aynı zaman da yine dedecim (rahmetli) rakı içtikten sonra, bardağın dibinde kalan rakıyı fondip yapardım kimse görmeden. yani küçüklükten ve soydan soptan gelme, genetik bir hastalık bizde içki ve sigara.

bırakamıyoruz! ailecek alkoliğiz! bağımlıyız! :P

thunderbolt ile görüşmelerimiz esnasında tüttürüyoruz bir güzel. her ne kadar "kadına sigara yakışmıyor holy" dese de çatır çatır ikram ediyor. ama bir tane. bir taneden fazlasına kendisi izin vermiyor.

hiç paket taşımadım, almadım. otlakçıyım bir nevi. iyi de her gün her gün içmiyorum. canım istemiyor.
zaten tamamiyle başlasam tüm arkadaş ve akraba çevrem "yaaa inanmıyoorruum sana" demeye başlayacaklar. evet, temiz aile kızı, namus bekçisi, dinine bağlı, sigara ve içkiden bir haber biriyim ya ben!
hep onların gözü önünde sarı bukleleriyle sonrasın da kumral saçlarıyla ortalarda gezinen yeğen, kuzen ve torundum.

şimdi herkes, her şeyime karışır oldu. kendilerinde bu hakkı nasıl ve nereden buluyorlar anlayamıyorum doğrusu. kaldı ki ben artık kimsenin bir şeyine karışmıyorum. ilgilenmiyorum. isteyen istediğini yapabilir. özgürlük denilen şey varsa herkes "özgürdür" yaşayabildiğince ve ben de yaşayabildiğimce özgür olmaya çalışıyorum.

bu dünyaya bir kere geldim ve ne zaman geri dönüş olacak bilmiyorum.
o yüzden açtığım kapıları kapatmaya çalışmayın.
sinir ediyorsunuz beni!

26 Aralık 2010 Pazar

yaşanmamış kırıntılar sadece bir düş

bugün ne yaptın diye sorarsanız?

*temizlik
*kahvaltı
*kahve
*sıkıntı
*aynaya bakmak
*şebnem ferah'tan değirmenler'i dinlemek.

en fazla yaptığım şey, sanıyorum ki değirmenler'i dinlemek oldu. üniversitede de çok dinliyordum yine şebnem ferah'tan. bülent ortaçgil'in şarkısı olduğunu da 2004 yılında işe başlayınca öğrendim.

sanki şebnem ferah'a daha çok yakışıyor söylemek değirmenler'i. mesela bana hiç yakışmıyor. hani sesim de güzel değil zaten ama söylediğim zaman kylie minogue gibi söylüyormuşum. öyle diyolla..

şimdi ruhumun derinliklerine inip "dinleyince şöyle depresif oluyorum, eski sevgililerimden şu salak aklıma geliyor" gibi şeyler yazmak istemiyorum. kendi ruhum birazcık bulanıkken sizinkini de şu güzel pazar akşamı hiç ama hiç bulandırmak istemem. öyle de düşünceliyim.

ama ne biliyim, söyleyince ya da dinleyince kalbimde bir şey acımıyor değil. özellikle "dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına" kısmında... en büyük korkum yalnızlık. artık bunun farkındayım. en çok burası canımı acıtıyor çünkü.

yine şebnem bacımın bir şarkısında ifade ettiği gibi "bu kalabalığın içinde, yapayalnız hissetmektense"
işte çoğu zaman böyle hissediyorum.
etrafım ne kadar kalabalık olsa da, ben yalnızım.
sığınabileceğim biri yok.
ne kadar "dostunum" deseler de...
"ikinci annen benim" deseler de..
"istediğin zaman arayabilirsin. 7/24" deseler de...

ben çok yalnızım.
evimiz kalabalık, iş yerimiz kalabalık. ve ben hala yalnızım.
kitaplarım, şarkılarımdan başka ve şu yazılardan -ah bir de iki fotoğraftan- başka hiç bir şey yok gibi çevremde.

depresyon değil bu. öyle diyeni uçururum.
farklı bir duygu.
bir açlık.
ama neye?
aşka değil, şefkate mi?

bilmem. ben bulamıyorum. bulunca haber ederim size..

25 Aralık 2010 Cumartesi

ilişki mi? yerin dibine!

dün gece 500 day of summer'ı nihayet izledim. ıssız adam'ın ıssız madam versiyonu olmuş. (ıssız madam senden çaldım bunu :)

kızımız summer ile oğlumuz -çok çok çok tatlı- tom aynı iş yerinde çalışıyor ve tomcumuz hoşlanmaya başlıyor summer'dan. bir gece tom'un arkadaşı "senden hoşlanıyor" deyince ipler kopuyor. bunlar öpüşüp koklaşmaya başlıyor. ama summer ne diyor biliyor musunuz cano canlar?

-ben bir ilişki yaşamak istemiyorum.

bizim -çok çok çok tatlı- tom salağımız "ok" diyor. iyi bok yiyor. ama gel zaman git zaman tom aşık oluyor ve summer ile konuşmak istiyor "biz neyiz?" diye. summer kaçamak cevaplar veriyor, sonra ilişkileri bir güzel bir kötü halde devam ediyor. en sonunda tom depresyona giriyor ve........

gidiniz izleyiniz..

filme bakınca, bugüne kadar diğer filmlerde ki çok bariz örneğidir bunun ıssız adam, hep heriflerin "bağlanma korkusu" işlenmişti. ilk defa bir filmde bir kadında bunu göstermeleri ve kadının değişmemesi benim çok hoşuma gitti. sanıyorum rotamı saf frijittten korkunç summer'a doğru çevirmem gerekiyor.

bu bağlanma korkusu nasıl bir şey? yani iyi, seviş, öpüş, koklaş sonra gel "ben korkuyorum". e bunları yaparken kullanıyorsun sen karşındaki kişiyi. one night stand mode on gezinmelerini salık veriyorum böyle kişilere. karşına tom, ada gibi insanlar çıkabilir. karşındakinin duygularını düşünmen ve ona göre hareket etmen gerekiyor.

ve şu da bir gerçek ki summer gibi asla olamam. yapamam. hele hele karşımda tom gibi biri varken. bak, ada bile demiyorum. ada biraz kaprisliydi sanki.

neyse, ilişki konusunu kim çözmüş ki ben çözeyim. kadınların yarısıyla erkeklerin yarısı aynı fikre sahip oldukları ve birbirlerinden sürekli kaçtıkları için bazılarımızın hala daha sevgilileri yok. araya askerlik, yurt dışı eğitimi vs. şeyler de girince durum daha da boktanlaşıyor.

ilişki konusuna ne kadar düz baktım. hey allahım!

ama bugüne kadar yaşadığım ilişkiler genelde böyle gibiydi. "ya sorun sen de değil ben de"
"olmuyor işte görüyosun!"

ebenin ki!

o zaman salya sümük ağladığım günler aklıma geldikçe çıldırıyorum. suratına tükürüp kaçmam gerekiyordu halbuse. diyorum ya benden ne summer ne de alper olur.

şişman, ağlak ve bekar olarak ömrümün sonuna kadar yaşayacağım sanırım :/

24 Aralık 2010 Cuma

kelim ama merhem bende

olacağı buydu. sevgili dırdırı hasta ediyormuş.

habertürk'te okuduğum hayretlik habere göre; göğüs anjini (o ne demek bilmiyorum) olma riskini 4 kat artırıyormuş.

eski sevgilimin neden hasta olduğunu artık daha iyi anlıyorum. evet.

artık, ağız tadıyla dırdır da edemeyeceğiz. herşey stres, herşey risk anasını satayım! bu ne ya!

işte stres olursun, evde stres olursun, evdekilere götün yemediği için çok sataşamazsın, belki bir sevgilin vardır onunla biraz kavga etmek istersin. ama onun da bu tehlikesi olduğunu öğrenirsin ve kimsenin canına kastın olmadığı için susarsın.

sus, sus, sus, sus..

"ağırbaşlı" görünmek için sus!
"hanımkız" olmak için sus!
"ağırdan" almak için sus!
"evlenebilmek" için sus!
"sus ki adam sansınlar" öğretisi beyninizin sağ lopuna yapıştırıldığı için ömrünüz boyunca susun!

susun ki koyunlaşalım iyice.

ulan, her kavgadan sonra çiftler genellikle daha iyi sevişmezler mi? yani ben bilmiyorum bu kadarını da ya da ne biliyim daha çok birbirlerine sarılmazlar mı? öpüşmezler mi?

sevgili dırdır yapacak ki daha güzel sevişilsin, öpüşülsün.

bu benim teorim. size yapın demiyorum. gerçi nil gün'ün kitabında da yazıyordu aynı şey.
demek ki nil gün ile aynı şeyleri düşünebiliyoruz. o zaman nil gün okumak yerine benim önerilerimi okuyabilirsiniz. okuduktan sonra ne halde olduğunuzu da bildirirseniz çok çok memnun olacağım :)

şaka bir yana, nil gün'ün "küçük kırmızı aşk kitabı"nı bitirdim. aynı zamanda "sevgili bulmanın 50 yolu"nu da bitirdim.

bence sarah, nil gün'ün kitabını okusaydı zamanında gözünün önündekini görebilirdi.

eğer, sıkıntılarınızdan uzaklaşmak, gülmek istiyorsanız tavsiye ediyorum "sevgili bulmanın 50 yolu"nu.
her satırında "oha lan aynı ben" deyip deyip okudum. zaten tüm chick litlerde kendimi az çok buluyorum ama bunda bayağı bir buldum diyebilirim. sonu bridget jones's diary gibi bitse de az biraz yine de pek bir sevdim.

bridget jones dedim de, kardeşim illallah dedi dün artık.

-apla?
-neeeeeeeeeeeeeeeeeee?
-ne izliyosun?
-frijit jones
-oha beee her gün aynı film izlenir aq!!!
-sana neeeeeeeeeeeeeee..


aynı şeyi işyerindeki flörtümün de söylemesi pek caizdi tabi sabahın kör vaktinde :
-sayende sosyalleşiyorum, böyle filmler falan. dün akşam da bir film vardı. ismi şu bu o bla bla..
-he öyle mi? cicim ben izlemiyorum tv.
-n'apıyosun tüm gece?
-film izliyorum, yazı yazıyorum, ona buna cevap yetiştiriyorum.
-ee ne izledin dün gece peki?
-frijit jones :)
-yuh holy! başka ne diyeceğimi bilmiyorum sana! tamam, kendine benzetiyor olabilirsin, gerçi benim de aklıma sen geliyorsun ismini duyduğum da ama her gün her günde izlenilmez ki!

demek ki izliyorum ve huzur buluyorum onunla. demek ki frijitsiz geçmiyor bu hayat. tüm repliklerini ezberleyebildiğimi bile iddia edebilirim.

ezberledim ama gerçek hayatımda hiç bir işe yaramıyor. aa aslında yaradı.

-toplu yerlerimi görmeni istemiyorum!!!!!
-ben o toplu yerlerine bayılıyorum..
-gerçekten mi? :)

aynısı oldu lan.. valla :)

23 Aralık 2010 Perşembe

penceremden yansıyanlar

tv izlemeyen biri olarak dün akşam -uykum da vardı- persepolis'in en sevdiğim bölümlerini tekrardan izledim. son günlerde en sevdiğim filmleri tekrar tekrar izliyorum. bir filmi oturup baştan sona kadar izleyebilmem için cuma ya da cumartesi olması lazım. çünkü evde sessiz bir ortam oluşacak, sonra ben konsantremi sağlayıp filmime adapte olmalıyım.

duyan da cern'de falan deney yapıyorum sanır. siz de haklısınız.


bir ara sürekli "la finestra di fronte" yi izliyordum. gerçi hala daha izlemiyor değilim. sadece şu sahnesini defalarca izledim. çokça hamurla, kekle börekle uğraşan biriyim. haliyle bu sahneyi görünce aklıma binbir türlü şey geliyor. yaşadıklarımla bağdaştırıyorum bazı bazı. ama durup bakınca kaçırmaktan çok kaçmak gibi bir duygu var içimde. galiba çok şeyden kaçıyorum.

giovanna gibi merdivenlerden koştura koştura hayatım boyunca sanıyorum bir kez indim. o da kaçmak içindi. tam aksine birini yakalamak için değil. şimdi düşünüyorum da kaçmayı....

kaçmak, korkaklıktır.
korkularınla her zaman yüzleşmen gerekir. sana güç veren her zaman bu olur.
kaçarsan aklında binbir tane soru işareti kalır "?" 
"acaba"larla yaşarsın.
hayatın boyunca herşey "kesinliğe" asla ulaşamaz. bunu bilirsin. ama kesinliğe ulaşmasını istediğin bazı şeyler vardır.
bu yüzden kaçmamalısın. o anda içinden bu geliyorsa bile, bile bile yanacağını da bilsen kaçma..
ben kaçtım, muallaktayım.

ben kaçarken elimde un yoktu, taşıdığım koca bir çanta ve başımda uçuşan kar taneleri vardı. soğuktu.
ve kimse bana "kaçma" demedi. tektim, doğru kararlar alamadım sanırım.
herşey anlıktı.
oysa biz "anlık" yaşıyorduk. olması gereken buydu.


işte bu yüzden bu sahne bana çok dokunuyor. bu hafta sonu poğaça yaparken bir taraftan elimde unlarla "gocce di memoria" yı dinleyeceğim. tek bir italyanca kelime bilmiyorum ama şarkıyı ezbere biliyorum. gözlerim giovanna'nınkiler gibi güzel değil ama gökyüzüne bakıp anlık düşündüğüm zaman sanıyorum ki sesim ulaşacak bir yerlere.

bilmem, belki de ulaşmaz.

22 Aralık 2010 Çarşamba

bir kedim bile yok!

yuh!

dün akşam "öyle bir geçer zaman ki" adlı duygu sömürgenliği yapan dizide cemile hanım'ın söylediği cümle, benim çoktandır anlatmaya çalıştığım şeyin özetiydi. 

bu çemçük ağızlı caroline, nispet yapıyor güya cemile hanım'a :
caroline the çemcük ağız, ali the animal
and cemile the acıların kadını
c
-ali evi yeniden yaptığrağcak. tum mobilyalar evropadan geleceğkk. her şey evropadan geleceğk. 
-avrupa'da herşey var. bir erkek yok galiba. 

ahahah! işte olm, size bunu söylüyoruz o kadar. ulan türkiye'de kadın mı kalmadı gidiyorsunuz yurtdışında buluyorsunuz caroline gibi çemcük ağız, sonra getirip baş tacı yapıyorsunuz? ahımızı alıyorsunuz ama siz farkında değilsiniz. acısı çok fena çıkar, haberiniz ola. 

benim başıma bir kere geldi böyle birşey. ilk başlarda umurumda değildi. çünkü yeni bitmişti ilişkim, adam kendini elalemin ruslarına adamış, tee oralara kadar gitmişti. ama sonra koydu. kadıköy'den bakırköy'e geçemeyen herifle ben 4 sene birlikte olmuştum. 4 yılım mahvolmuştu. 

biz modern olduğumuz için arkadaş olarak kaldık belli bir süre. ama her zaman kafasına kafasına vurdum bunu. her defasında güldü. sonra işler bok oldu, yolunda gitmedi, arkadaşlığımızda bitti. he, o sıralar romen bir kadın vardı hayatında. hatta ikimizin arasında bile kalmıştı diyebilirim. 

yok abi, vallahi erkekler çok maymun iştahlı. bok atmak gibi olmasın ama...

nedir türk kadınlarında yok olup da elalemin rusunda ya da avrupalısında var olan?
cidden merak ediyorum. 
türk kadınlarından biri gidip evlense bir italyanla bok atarsınız ama. sayfalarca yazıp yazıp durursunuz. 
internasyonel evliliklere karşıyım, evet. bu konuda da faşistim. 
ve faşist olarak öbür dünyaya uçacağım. 
var mı bir diyeceğiniz?

"ama sevmişler birbirlerini. n'apabilirsin ki?" 
ben inanmıyorum sevdiklerine. 
ciddiyim. 
bu tür ilişkilerde bir çıkar arıyorum hep. ve çoğunlukla da ne hikmetse buluyorum. 
fesatım, fesat kalacağım. 

öeeh be dedikten sonra ev durumuma geçiyorum. malumunuz ocak 28 itibariyle 27 yaşında genç bir kadın olacağım. ama hala daha evde borumu öttüremiyorum. kedi istiyorum kedi! 
işten eve gelince ayaklarıma dolanacak, mırlayacak, mamasını verince yanağıma öpücük yerine patisini dizime koyacak, gece yanımda yatacak (ayak ucumda) bir pisi istiyorum. 

ama ev ahalisi "öldürürsün, bakamazsın, koltukların ebesini ziter" deyip izin vermiyorlar. 
anlatamıyorum kendilerine. "7 yaşına değil 27 yaşına gireceğim. bakanlar nasıl bakıyor?!"
annem herşeye muhalefet, babam istiyor ama istemiyor gibi görünmek zorunda kalıyor, kardeşim "bobiyi istememiştiniz, o kedi bu eve gelemez!" diye ortalığı inletiyor. geriye bir tek babanem kalıyor. aslında ona da iyi gelecek bu kedi, ama inatçılığı tuttu mu tutuyor (kime çekmişim babaneme :P) ve o da tarafsızlığını kullanmayıp beni bertaraf ediyor. 

bu noktada "mnskm, amerika'da yaşasaydım ayrı eve çıkardım" diyorum. burada, imkansız bittabi bildiğiniz üzere. bir kere babam asla rahat bırakmaz. "eve erkek alıyor muyum? kaçta eve gidiyorum? alkole başladım mı? ya sigara içiyorsam?" gibi bahanelerle sürekli peşimde olur. kardeşim "abla bir günlüğüne evini bana versene" gibi saçma sapan isteklerle kapımda olur. ve ben alkolik olurum evet. şimdi düşündüm de bunun temizliği var, çeşitli faturaları var, yemeği var, yalnızlığı var (yalnız kalmam ama neysse), var da var...

ayy yok! vazgeçtim. ailemin yanında mutluyum, huzurluyum. 
çatlak matlak ama ailem gibisi yok! 


500 days of summer
pisi pisi not : 500 days of summer'ın soundtrack albümünü dinliyorum. evet filmi izlemeden müziklerini dinlemek güzel oluyormuş. filmi de bu akşam izleyeceğim. zooey deschanel ve joseph gordon levitt olan bir filmi nasıl oldu da kaçırdım kendime hayret ediyorum. hayret ettim hayrettin! 

şöyle bir imdb'yi gezindim de joseph gordon levitt'e aşık olmamak, mümkün değil. inception'dan beri aramızda bir şeyler var zaten. bu filmden sonra ne olur bilmiyorum. ama yok, ben colin firth'e ihanet edemem. 

ihanet dedim de aklıma geldi.. neyse yarına artık ihanetin boyutları ve işlevselliği :)

21 Aralık 2010 Salı

ödüle doymuyorum :)


uyumuycam'dan bana gelen ödülüm! öyle içtenlikle yazmış ki ödülümü verirken, daha da çok göresim geliyor artık kendisini! fotoğraflar yetmiyor anacım :) 

sözlükten buraya, buradan diğer taraflara taşınan arkadaşlığımızın daim olması dileğiyle diyor ve bu ödülü beni takip eden tüm sevdiğim yazarlara veriyorum! 

minik kırmızı, büyük sancılı

yine iki kitabı birden okumaya başladım. sabahları nil gün'ün "küçük kırmızı aşk kitabı" nı, akşamları yatmadan önce "sevgili bulmanın 50 yolu"'nu okuyorum. sarah hala sevgili bulamadı. en son bir tane buldu o da gay çıktı :( bu kızın kaderiyle benim kaderim aynı gibi geliyor.

nil gün'ü bilenler bilir. çekim yasası ve daha bir çok benzer konu hakkında kitabı var. benim canım sıkıldığı için çoğunlukla böyle gelişim kitapları okurken, kuzenimde bulunan bu kitap ilgimi çekti. ismi gibi minicik bir kitap. aşkın evrelerini ve nasıl aşık oluruz, karşımızdakinden neler bekleriz ya da beklemeliyiz gibi konuları içeriyor.

bu kitabı okumadan önce tek bir şey düşünürdüm. seçtiğim adamların hep bir tarafının babama benzemesi ya da babamdan alamadığım şefkati ve ilgiyi hep bu adamlarda bulup daha sonra kaybetmek benim en büyük huyumdu.  belki de hatamdı emin değilim. nil gün, bu kitabında bu konuya değinmiş. sevdiğimiz, aşık olduğumuz kişilerde ebeveynlerimizde göremediklerimizi bulmaya çalışırız demiş. bu, bir şekilde beynimdeydi hep.

bakıyorum, hep ilgi hep şefkat hep sevgi bekliyorum karşımdakinden. ama sıra ona gelince bencilleşiyorum. bu etik değil. bencilleşmekten de kastım, her insanın duyguları değişkenlik gösterir. karşımdakini sürekli mutlu gördüysem, iyimser gördüysem, bu onun her zaman aynı şekilde olacağı anlamına gelmez. işte ben bunu beceremiyorum. hep aynı görüyorum. en kötü durumda bile "o güçlü, ben zayıfım. o kurtarsın bizi bu durumdan" diye düşündüğüm için kaybediyorum.

kırmızı alarm yandığı zaman aklıma asla kaçmak gelmiyor, tam aksine "koluna yapışıp" öylece kalakalıyorum. tek yaptığım "ya ühühühüh ya ühühühüh" diye zırlamak. tüm bu hadise eski beyin denilen yerde kalanların yüzünden oluyormuş. nil gün öyle söylüyor. bakalım, şu kitaptan sonra hangi beynim daha çok çalışacak? eski mi yeni mi?

aşkı da kitaplardan öğreniyoruz ya, hadi hayırlısı artık.. katıldığım yani şu ana kadar okuduğum sayfalarda katıldığım bir nokta "aşk şanstır, tesadüf değil" dir oldu. gerisi fasa fiso.

gel gelelim aşksız hayatın nasıl olduğuna. cano canlar, aşk olmadan da oluyor. müslüm baba ne demiş?
"aşk tesadüfleri sever" 
bekliyorum tesadüfen mi gelişecek olaylar yoksa şansım mı yaver gidecek? hayatım chick lit tarzına döndü iyice.
nişanlı, evli ya da olası sevgilisi olan arkadaşlarım tarafından sürekli "e hadi ama"larla gaza getirilmeye çalışılıyorum. oldu, sizin bir "e hadi ama" demenizle ben hayatımın adamını bulacağım. zaten o da çıkışta beni bekliyor da ben de görmezden geliyorum.
tabi insanın kocası, sevgilisi ya da her ne haltı yanında olduğu sürece "gücü kuvveti" yerinde oluyor. özgüveni, egosu her bir şeyi anında tavan yapıyor. böyle "biz bir bütünüz" havalarında oluyor çoğu. benim en gıcık kaptığım şey bu. ulan herşeyin bir sonu var, neyine güveniyorsun o kadar o adamı ilah etmişsin?

hiç bir şeyi çok sevmemek gerekli. şöyle ki, bir şeye ne kadar bağlanırsan ve çok seversen, o şey "sakınan göze çöp batar" misali olup elinden uçup gidiyor. bu bir gerçek. yani çok bilmiş hanımlar (sevgilisi, nişanlısı, kocası olanlar) öyle çok güvenmeyin poponuza, allah muhafaza gidebilir o çok güvendiğiniz adam ellerinizin arasından. ve yahutta o romantik, anlayışlı, süper adam birden maço, görgüsüz, ayı birine dönüşebilir.

bana öyle emir verirseniz, benim de sizin için iyi dileklerim bu olur.

üzgünüm :(

20 Aralık 2010 Pazartesi

sevgili nasıl bulunur? 50'den fazla yolu var mıdır?

şu sıralar yine bir chick lit okuyorum. ismi :

"SEVGİLİ BULMANIN 50 YOLU" 

yazarı : lucy-anne holmes 

insanlar, kitabın kapağını görünce ya da ismini duyar duymaz "koca bulamadın, sıra kitaplardan öğrenmeye mi geldi?" diye sormaya başlıyorlar.

önce chick lit tanımı yapıyor ve konuya dalıyorum.

kitabımızın içeriği diğer chick litler gibi. evde kalmış bir kız. yakışıklı ve yanlış anlaşılan bir adam ve bu çiftin çevresinde meraklı, akıl vermeye bayılan her çeşitten insan.

kızımız sarah'ın ebeveynleri, frijit jones'unki gibi. kızlarını bir çöpçatan programına bile gönderiyorlar. benim babam, 40 yaşına gelip bekar kalsam yollamaz töbeler olsun! hele hele annem.. zaten turşumu kurmayı planlıyor kendisi.

öhümmm, sarah en sonunda bir blog açmaya karar veriyor. ve yaşadığı maceraları bloğuna aktarmaya başlayınca (351 gündür seks yapmadığını ve yaşadığı seksi maceraları yazınca) bloğu tıklanma rekoru kırıyor neredeyse!

sonuna gelemedim ama nasıl biteceği malumunuz. mutlu son :)

işte benim başım hep bu chick lit'ler yüzünden karışık. düşünüyorum, gencim güzelim, oturup konuşmasını :P, kek börek yapmasını biliyorum. eeee? büyü mü var üstümde? yok. "niçin, niye, neden?"lerle ağlıyorum her gün :P yok be ne ağlaması. böyle rahatım.

zaten bir ilişkim olursa da rahat bir ilişki olsun mümkünse. "ben tuvalete giriyorum, yemek yiyorum, işiyorum, banyodayım" gibi saçma mesajlaşmalar, "aşkıaam, cağnımmm, sen beni anlamıyosun amaaa :(" gibi bebeksi hareketler istemiyorum. çok iyi hareketler değil bunlar.

olgun olalım olgun. en güzeli.

......

remerondan sonra kilo artışımda kötü gelişmeler oldu. gayet tabi bu remeronun psikolojik etkisi. yoksa remeronun bir tabletinin yarısıyla iştahımın açılması pek tabi saçma ötesi bir durum.

ama yiyorum. yedikçe yiyesim geliyor. yemek yemeyi özlemişim. bir haftada iki kilo almam depresyona soktu beni. ama yine de duramıyorum. dün hamam filmini izlerken bir ramen, bir dilim ekmek, koca bir bardak ayran içtim yedim. normalinde gece yatana kadar bir şey yemem diye düşünürken kendimi salam ekmek yerken buldum. o sırada da "bir aradayız, hepsi bu" filmini 3. kere izliyordum.

rüyamda geçen gece bitlenmiştim. bit görmek kilo almak anlamına geldiği için üzüntülerimi dile getirerek söylüyorum ki;

*eğer obez olursam beni yine sevin. sevin, sevin.
*eğer obez olursam kıyafetlerimi kimseye vermeyin.
*eğer obez olursam terapilerime devam etmemi sağlayın.
*eğer obez olursam üç tehlikeli beyazla aramı bozun.
*eğen obez olursam ramenin türkiye'ye girişini yasaklattırın.
*eğer obez olursam tüm gün haşlanmış patates ve tavuk yedirin.

yandaki hale gelirsem kırmızı ruj sürdürtmeyin, saçım yine bakır rengi kalsın..

19 Aralık 2010 Pazar

küfür ediyorum diye kötü kadın mıyım?

dün gece bir kadeh(!) hadi bilemedin iki kadeh (!) şarap içtim. 

zırlak bünyeye şarap yaramıyormuş. bunu gördük maaile. 

ev ahalisi "hayır holy, bir daha asla!" uyarılarına şimdiden ve şiddetlice başladılar. 

kardeşim "sarhoş sarhoş" diyor ve hala daha gülüyor bana bakıp bakıp, annem "rezil" diyor, babam "armut dibine düşer" diyor, babanem "ben de viski içsem rahatlar mıyım?" diye soruyor. 

manyak bir aileye sahip olmanın, yüksek sorumlulukları var. şekil a'da görüldüğü gibi, her kafadan çok ses çıkıyor. ve ben çoğu zaman katlanamıyorum kendilerine. bazen bu aileye ben fazla geliyorum gibi geliyor, bazen de "ben de manyağım ama onlar gibi değilim, evlatlığım galiba" diye düşünmüyor değilim. 

hayır, bir çok evde ses seda çıkmaz. yemek saati bellidir, çocuklar ebeveynlerine saygısızlık yapmazlar, iyi geceler demeden yatmazlar.. biz de böyle birşey asla yok. o kadar da amerikan filmleri izledik, onlarla büyüdük. hiç ders alamamışız. 

hiç saygılı değiliz. annem bazen "kızım ağzın küfürle mi açılmış merak ediyorum" diyor. ehehe buradan da anlaşılacağı üzere "küfürbaz" bir kadınım. ederim, niye etmeyeyim? rahatlıyorum ulan küfredince! thunderbolt ile konuşurken bile "ana avrat" düz gidiyoruz. o da felaket küfür ediyor. ama bunu komik hale getirebiliyoruz çok şükür.

"küfür mü çok ayıp" diyenler oluyor. güzelim, canım benim, ben 27 yaşına gireceğim yakında. hanımefendi görünüşümün altında bir manyak, bir psikopat yatıyor olabilir. dikkatli ol. bana emir verme!!!!!

babanemin izlediği "psikopat" diziler, günlük, rutin iş hayatında bastırdığım "süpersonik" ileri derecede kötüleşmiş ruhum, sabah erkenden kalkıp uykumu alamama, çok üşüme gibi eylemler gerçekleşirken hayatımda ben nasıl küfür etmeyeyim? küfür edip rahatlıyorum. 

geçen gün taksi bulamadığım için günün ortasında "hay a.q tüm taksileri kim ...ti?" gibi harika bir cümleyle taksi aradım. ne var? duyan duysun. çok da fifi. 

kadınlar -hele ki güzel kadınlar- küfür edemez diye bir kural mı var?
yok. 
kadınların dışkısı ayrıca pembe de değil. 
geğirebiliyorlar, yellene de biliyorlar. 
o zaman niye kadınlar müthiş nazik olmak zorundalar?

özgürlüğümün kısıtlandığını hissediyorum bu baskı üstümdeyken! yemin ediyorum.

kendimi yeni bulmuşum, o zaman istediğimi de yaparım. küfür edeceksem ederim. 

bu yazımı da çok sevgili kuzenim g.a ya armağan ederim.. sağol varol kuzen, sen olmasan o güzel küfürleri kime ederdim oro?

18 Aralık 2010 Cumartesi

sabah mahmurluğu

patili sabahlığımla günaydın!

o kadar kıçı asık biriyim ki, birazdan çıkmam gerektiğini bildiğim halde oturmuş içimden gelenleri, dökmek istediklerimi yazıyorum.

içimden ne geliyor biliyor musun?

*askerlik kalksın aq!
*rüyalarda eski sevgili görülmesin!
*fal baktırmak şirk olmasın.
*kimse sen 40 yaşına gelsen de "ama bak yapma" demesin
*olabildiğimizce özgür olalım.
*düşünelim, herşeyi herkese anlatalım ama yargılamasınlar.
*en uç boyutlarda gezerken "delirecen diye korkuyorum :(" lafını kullanmasınlar
*şaşkın sevgilimsiler, ıssız adamlar "en iyisini bulacaksın" diye hüznü komik olmasınlar...

bu sabah ki listem bunlar. aklıma yepisyeni şeyler geldikçe eklerim.

bugün bir macera yaşamayı planlıyorum. ahaha onu da gelince anlatırım..

çüüüüzzzzz

17 Aralık 2010 Cuma

kadınsak şeytan değiliz

kadınların en büyük şikayetlerinden biri erkeklerden önce gelen kilo konusudur. türk kadınının genel görüntüsü ekvatordan şişik, kutuplardan basıktır. bunun yanı sıra kendine "90-60-90 her gören hayran" muamelesi yapan kadınlarımız olduğu gibi yine bu kadınların ne yazık ki kendilerini böyle tabir etmelerine karşılık bizim gibi, kendine özgüveni fazla olup, hiç kimseyi beğenmeyen güruh "ahahah memelerinin olduğu yer aslında tahta güzelim, senin ki de popo mu? biz de ona pazar tezgahı diyorlar. hem görünmüyor hem de geniş" diye uzun bir şekilde tanımlıyoruz.

nedir kadınlar arasındaki bu hasetlik? niçindir? her kadının kendine özgü bir güzelliği, ayrı bir seksiliği varken böyle bir kıskançlık, bir havalar...

kadınlar şeytandır. kim ne derse desin.

bir kadın, eğer ki erkeğine birşey yaptırmak isterse bunu "yapacaksın efendim, hiç anlamam!" şeklinde değil de daha seksi oyunlarla istediği gibi halledebilir.

seks manyağı değilim. cinsel hayatımla ilgili yayınlamak istemediğim şeyler de var ayrıca. ama çevremde görüp duyduğum, okuduğum hatta ve hatta thunderboltla bir çok konuşmamızda geçen şeylerden bahsediyorum.

kadınlar şeytandır. kim ne derse desin. 

sadece çenemizi tutsak, eh biraz da kıskançlığı ortadan kaldırsak dünyayı yönetebilecek duruma falan gelebiliriz. ama yok! düşünemiyorum kadınların dünyayı yönettiğini.

dünyadan örnek verecek olursak :
-first leydim, başkanım, rusya devlet başkanı natasha vilademir sizin aldığınız prada ayakkabının aynısından alıp, bir de üstüne basın açıklaması yaparak "bu ayakkabı bana özel olarak yaptırıldı" demiş!
-neeeeeeeeeeeeeee? hemen rusya'ya füze yolluyoruz!

türkiye'den örnek verecek olursak :
-sevgili hanım ağam, başkanım, türbanla ilgili kararınıza karşı, bir takım genç kızlar gösteri yapıp, memelerini ve popolarını açarak eylemde bulunmuşlar!
-hepsi tutuklansın, sonra recm edilsin. bunlar kesin bakire de değillerdir.

genelde kadınların fazla olduğu iş yerinde kesin dedikodu vardır. hem cinslerim diye demiyorum ama acayip dedikoducuyuzdur. bunları erkeklere empoze etmeye çalıştığımız zaman "off bunlar mı uğraşıyorsunuz siz?" demelerini bence saygıyla ve içtenlikle karşılamak lazım.

bize saçma gelen "futbol ve finans" konuları onların her halükarda ilgisini çekecektir. bunlar bizim bilgimiz içinde konuştuklarını sandığımız şeyler.

peki ya diğerleri?

üniversitede iken şahit olduğum bir konuşma :

-offffff kırk yıllık yoğurtçuyum böyle tas görmedim.

evet evet, o sırada kantine götü kocaman bir kız girmiştir. ve erkek arkadaşımız bu tabiri masanın ortasında kim var kim yok demeden, sevgiyle beyan etmiştir bizlere. başındaki o "offffff" çekişi bir anlamda bizim için taciz gibi gelmişti. sanki herif orgazm olur gibi "offff" çekmişti.

orgazm dedim de, erkeklerin en sinir oldukları şey kadınların yalandan orgazm numarası yapmasıdır. yoo ben yapmıyorum. yapanı da bilmiyorum. öhümm..

envayi çeşit pahalı dergilerde bu konu her ay işlenmektedir. az biraz kuaför kültürü olan her kadının bundan haberi vardır. kuaförlerde genelde ya tarkan'ın ya da hugh grant'ın vb. kişilerin (bir alex değil) beden hatlarından ya da sosyeteden bağyanların ne giydikleri, saçlarının hangi model oldukları konuşulur. bense moloz gibi etrafa bakarım ya da dergilerde yayınlanan son moda iç çamaşırlarını incelerim :

-holy abla yaaa, tarkan'a baksana!
-kübracım, ben tarkan'ı sevmem ki.. o ne lan! iyi sevişirken de poz verselermiş!
-enfes holy abla yaaa!
-ne zaman manikürümü yapacaksın kübra?

kadınların erkek bedenine karşı olan düşkünlüğü ayrı bir konu. yani ben çırılçıplak bir erkek gördüğüm zaman ki -tarkan'ın son pozları da dahil- tahrik olmuyorum. bunda cipralex'in ya da aldığım terapilerin ne gibi etkisi var onu da bilmiyorum. lezbiyen de değilim. heteroseksüel olduğum halde nedir bu rahatsızlığım çözemiyorum.

"koca kızıaam senin derdin :)" diyeni vururum üleyn! (mery daimon'a sevgilerimle :)

işin ucunu bağlayacak olursak kadınlar şeytandır. erkekler de şeytandır. o zaman tüm dünya şeytandır. o zaman hepimiz satanist miyiz? yoksa şeytan taklidi yapan melekgiller familyasına mı aitiz?

çözemiyorum.

bi çözdürün be!

16 Aralık 2010 Perşembe

ey merkür! seni de senden sonrakileri de!

ünlü astrolog susan miller demiş ki :

"merkür yüzünden yeni yıla kadar şanssızlıklar olacak, ilişkiler gerileyecek, önemli adımlar atılmasın" falan filan.. dönüp bakıyorum, merkür hep beni etkisi altına almış galiba. hmm, demek ki bunun gezegenlerle bir ilgisi yok. ama susan hanım abla iyi atıyor. bakın burası da apayrı bir gerçek. sözlükten sağolsun bir abi sürekli burcum hakkında dediklerini bana tercüme edip edip yolluyor. ahahah selam gönderiyorum buradan kendisine! hallo!

ne diyorduk, merkür. merkür'ün ya da başka haysiyetsiz bir gezegenin sayesinde sevgilim bir oluyor, bir yok oluyor. pek güzel. sayesinde sürekli yeni yeni kişilerle tanışıp en fazla iki ay sonra zırlayarak bitiyor herşey. diyorum "bak holycik, güzel holycik, sen benim tatlım mısın? değilsin. dayan, şunun şurası on beş gün var. rakamla 15. dayan güzelim, ondan sonra Allah'ın izniyle her bir şey yoluna girecek". vallahi her sabah böyle kandırıyorum kendimi.

sabah dedim de;
bugün servis beklerken iki köpek dolanıyordu insanların arasında. biri dişi, biri erkek. aman Ya Rabbi! dişi köpeğimiz kesinlikle yüz vermiyor erkeğine, erkeği de peşinden sürükleniyor, sürekli koklayıp koklayıp duruyordu dişisini. ama dişi artık neye kızmışsa kesinlikle yüz vermiyor, kaçıyordu. "heh" dedim "ulan köpekler de bile kaçan kovalanır davası var. ben hala daha kaçmayıp kovalıyorum. salağım çünkü"

tam o sırada, herkes köpekleri "soğuğa" rağmen izlerken, çok bilmiş vatandaşın biri "hoşt hoşt" deyip tekmesiyle ayırmaya çalıştı. bazı insanların ah çok pardon ben bunlara insan diyemiyorum, bazılarının hayvanların sevişmesine bile tahammülü yok. karısı mı menopozlu, yoksa kendisi mi iktidarsız bilmiyorum ama sana ne be sabahın köründe köpeklere saldırıyorsun?! bok mu var be adam?! ulan marquis de sade bile görse senin yaptığını yapmazdı!

toplum olarak, çeşitli şeylere tahammülümüz ne yazık ki yok...

1-sokakta sevişen her canlıya. (insan da dahil, öpüşen çift görünce "cıkcıkcıkcık"lıyoruz)
2-hepimiz harbi müslüman olduğumuz için müslüman olmayanlara (mezhep ayrımı yapmaksızın)
3-hepimiz harbi türk olduğumuz için türk olmayanlara.. (yahudilere bok atıp kendisini yüksekte görmek)
4-hepimiz ara sıra farklı şeyler olduğumuz için o anda bizden olmayanlara,
5-hamile olarak gösteriye giden genç kızlara (hamileysen susma hakkını kullanacaksın)
6-farklı düşünceye sahip olup karşısındakine karşı çıkan herkese (bu ülke özgür bir ülke!)
7-türbanlılara (6. maddenin dışında tutuyorum, bambaşka bir konu çünkü)

daha çok çok yazılacak, konuşulacak şey var ama yazmaya ya da konuşmaya tahammülüm yok.
ileriye gitmek yerine her geçen gün daha da cahilleşip daha da geriliyoruz. bir de bakıyoruz yaptıklarımıza. "kötünün iyisi bu işte" diyoruz. halbuki kötünün iyisi falan değil. kötü. bildiğin kötü.

sus ve dinlemeye, başını tamam anlamında sallamaya devam et..
yoksa...

"nereye gideceğini bilemiyorsan, hangi yoldan gideceğinin bir önemi yok" 

lewis caroll

..........

kilo : remerondan sonra sanki aldım, iştahım açıldı. 
içki : evde beni bekleyen bir şişe şarabım var. bilmiyorum ne zaman içerim. 
sigara : hayır. içmiyorum. beni öpeceksen, kültablasını öpmeni istemiyorum
olağan sevgililer : merkür geri harekette, sevgilim yok, olaydı kavga edip ayrılırdım!
olağan platonikler : caddelerde rüzgar, aklımda aşk var... laylaylom! 
kedi olma isteği : % 40 
kedi edinme isteği : doğduğumdan beri! 

dün hayatımda ilk defa bir şey yaptım. nereden cesaret buldum, nasıl oldu bilmiyorum.
"asla" dediklerimin arasındaydı. bir insan asla dememeli, çünkü asla dedikçe yapmayacağın varsa da bir cesaret geliyor üstüne ve yapıyorsun.
yaptım, amacıma ulaşamadım ama oldu. en azından içim rahatladı. en azından istediğimi öğrendim.
ne kadar da iyi biliyorum azla yetinmeyi.
oysa benim her zaman en fazlasını isteyen herşeyin.
bu öyle bir oyun ki...
ne zaman, nerede biteceğini bilemiyorum.
kendimce, kendi kendimle oynuyorum.
bakalım bu oyuna katılmak kime kısmet olacak?

kendimle ilgili çok sevsem de yazmayı yine de detaya girmesem iyi olacak. çok kişinin bildiği sır olmayacak çünkü.. paradoks, ironi, ne haltsa..
istediğinizi diyebilirsiniz..

15 Aralık 2010 Çarşamba

star wars'un öyle bir geçmesi

toparlanma ve eski yaşamıma dönme çalışmalarım devam ediyor.

dark side'a geçmiş mete
bu sabah minibüste bir amca, abi ya da her neyse bir adam gördüm. adam resmen dark side'a geçmiş gibiydi. kafasında kapşonu, gözler sinirli ve kısıktı. biraz da uykuluydu. "oha lan galaksi değiştirdim sanıyorum ve şu anda star wars'tayım" diye düşündüm bir an. dudaklarımın bembeyaz ve ortasından bir şerit geçtiğini hayal ettim. kendimi prenses leila gibi hissettim. sonra bunu buraya yazarken ve şu yanda görmekte olduğunuz resmi ararken aslında bu star wars karakterinin "öyle bir geçer zaman ki"de ki mete'ye benzediğini fark ettim. dublörü olsa bu kadar benzemedi. ahahah hay benim aklım ikizi diyecektim!

öyle bir geçer zaman ki, bir çoğuna göre duygu sömürüsü yapan ve minik osman'ı da bu sömürüye katan bir dizi. bir çoğuna göre de eşsiz, harikulade! hem oyunculuk hem de dönem ve konu olarak güzel bir dizi. her salı aksatmadan izliyorum. televizyonda izlediğim tek şey olduğunu söyleyebilirim.

abartılan yanları var tabii ama hangi dizinin abartılmayan tarafı yok ki?

yani bir ezel'de ya da behzat ç.'de yok mu hiç abartı? bakın bunları izlemiyorum bile. sözlükten ve gazetelerden takip ettiğim kadarı ile biliyorum.

"dostum hiç kurtlar vadisi demedin ve şimdi ayıp ettin işte!" diyenleriniz için kurtlar vadisi'nin benim için olan ehem ve önemini bildirmekten kıvanç ve şeref duyarım. o öyle bir dizi ki ilk başlarda "ohannesburger" deyip izliyorduk. çünkü işler mafyadan derin devlete, oradan masonlara kadar uzanmıştı. hem masalsı, hem kavga, hem öldürme falan filan.. yuhh harika!

çok yakında devlet sırlarını falan da verirler diye izlemeye devam ettim, ettim, ettim. en sonunda elif öldü ve ağladım. tüm ev ahalisinin gözü önünde.
-ühühühüh ya ben de böyle ölürsem! söyleyin sevdiğime yanımda olsun hep! ühühühhüh...
-holy ne kadar aptalsın...

sonra kurtlar vadisi'nin de bokunu çıkardılar. haklarını yemeyelim şimdi. zaten bir dizi ne kadar uzarsa o kadar boku çıkıyor.

umarım öyle bir geçer zaman ki'nin boku falan çıkmaz. yoksa hem ben hem de babaannem küfür ederiz!
..........

öldürülen ermeni - hristiyan genç kız ve türk - müslüman genç çocuğun müslüman ve türk dayısı "bundan 70 sene önce zekeriyalar da hristiyandı" demiş. amcacım, iş işten geçmiş, iki tane genç fidan gitmiş öbür dünyaya. daha neyin hesabını yapıyorsun ve böyle bir demeç veriyorsun? zaten 19 ocak yaklaşıyor bir de ondan önce böyle bir cinayetin işlenmesi tam gündeme yaraşır cinsten oldu.

zaten türkiye'nin %10 gerçek türk. geri kalanı asimile edilmiş ya da kırma. hatta başbakan, eşi, cumhurbaşkanı bile özbe öz türk değil. padişahların eşleri hiç türk değildi. türkiye türklerin mi peki?

sonuç itibariyle bundan 70 sene öncesi de 70 sene sonrasında da hiç birşey değişmeyecek. yine müslümanla hristiyan evlenemeyecek hatta anneler çocuklarının ermeni arkadaşları için "offf ermeni mi?" diyecekler.

ben istemezdim ama bunlar olacak. hiç bir zaman kardeşlik, beraberlik ve huzur içinde olamayacağız.

belki üstümüzden bir kuş geçer,
kanadından bir tüy düşer
iner döne döne gökyüzünden...

işte belki o gün..

içinizi karartmak istemezdim sabah sabah ama bu böyle..

14 Aralık 2010 Salı

aşıksam ve seviyorsam sana ne?

kafamı yavaş yavaş toparladım. kendimi de tabii.

aslında her konu hakkında enine ve de boyuna düşünerek, bizzati kendimi aynı girdabın içine sokmakla hiç bir bok yapamayacağımı bit tabi gördüm. iş yerindeki flörtümle (kimse almazsa ben alıcam seni) yine fıkır fıkırız. böyle bir işve, bir cilve! ama kimse bana "yapma" demedi. deseydi yapmazdım. sadık olurdum.

aslında içimden çok fena sadık olma geçiyor. ama söz vermediğim bir şeyi yapmak niye?

neyse, gazeteleri okudum. müslüman bir gençle hristiyan bir kızın evlenmek istediklerini ve sonucunda ne olacağını gördüm.

ermeni patrik vekili aram ateşyan
ermeni patrik vekili sayın aram ateşyan'ın "müslümandan kız alınmaz, kız verilmez. olursa da biz bırakırız, tek başına kalır. kimse kabullenmez" dediğini okudum.

peki.

"dinler arası kardeşlik" e ne oldu?

"kilisede düğün yapamam, benim de onurum şerefim var" diyen müslüman genç zekeriya'nın öldürülmesine şahit olduk. ama zekeriya sanki kaşınmış az biraz. affedersiniz kilise randevu evi falan mı? eğer bugün karşıma ciddi olarak sevebileceğim ermeni ve hristiyan bir genç çıksa ve evlenmek istesek hem evlenir, hem de kilisede düğün yaparım. ama dinimi değiştirmem. herhalde Allah da beni dini farklı biriyle evlendim ve kilisede düğün yaptım diye cehennemin ortasına atıp cayır cayır yakmaz.
Allah'ın evi orası. Hz. İsa'ya inanlar oraya gidip dua ediyorlar. belki müslümanlardan daha çok kiliseye gidip ibadet eden vardır. hem de türkiye'den bahsediyorum.

anne : bak bak holy, değişik dinler yüzünden evlenememişler ve bir de çocuğu öldürmüşler. görüyorsun di mi? sen de hala daha "nolcak ki" de!!! ah benim salak kızım. 
holy : offffffff, bence isteyen isteyenle evlenebilir. ben bu konuda hümanistim abi. müslüman biriyle evlendiğim vakit adam namazında niyazında değilse, güsul abdesti almıyorsa ve oruç tutmuyorsa başka bir dinden olan insan evladından ne farkı var benim için? sizin için önemli olan sadece "müslüman" olması.. benim içinse "insan" olması.. 
anne : sen daha "thunderbolta" gitme. yeter!
holy : hayır gitcem abi yeaa!
kardeş : anneye abi denmez gerzek! 

aklım almıyor yemin ediyorum. korkuyorum artık bu ülkede yaşamaktan. din kavgası, mezhep kavgası, babaların kızlarına tacizi ve tecavüzleri. minicik kızlara köy yerinde gençlerin tecavüz etmesi, "şeriat gelecek, laiklik elden gidiyor" diyenlerin her bir haltı yemesi, tam tersi durumdakilerin de her bir haltı yemesi, haksızlık, her güne bir kötü haber, polisin doğmamış bebeği öldürüp "aslında o polis mağdurdur" diyenlerin olması...

offffffffffffffffffffffff!

ben de hala burada "ayyy napcam ben böhühühüh" diye ağlayayım.
ara sıra tabi ki de duygusal bunalımlara girip çıkacağım, yolunu gözlediğim biri olacak ama bu kadar şeyin içinde de "yol beklemek, gözlemek" saçma geliyor.

........

bir kedi olarak

kediler her ne kadar onlara "nankör" de dense nankör olmayan hayvanlardır. az bir zaman önce ha ağladı ha ağlayacak "bir kedi" bile gördüğümü söyleyebilirim. yufka yüreğimin dayanamaması üzerine şımarttım da birazcık onu.

sanıyorum bu, o kediyi son şımartışım oldu.

şimdi gözü kapıdadır eminim benim gibi. yani benim gözüm kendi kapımızda değil. kendi kapımızdan içeri girecek insanların toplamı, o kedinin kendi kapısından girecek insanın toplamıyla bir değil. doğal olarak ortada bir tutarsızlık, bir dengesizlik var. dengesizlikten ve tutarsızlıktan nefret eden biri olarak dengeli ve mutlu, huzurlu hayatlar diliyorum.

artık profiterol de yemiyorum.
belli bir süre kadar da yiyemem sanıyorum.

"nearly worn 
kneeling like a supplicant 
darkened skin 
afraid to see
radiate 
open lips 
keep smiling for me "

13 Aralık 2010 Pazartesi

thunderbolt ile görüşmeler

-içinde bulunduğun durumu nasıl değerlendiriyorsun?
-içimden geleni yaptım. pişman değilim. ama üzdüğümü sanıyorum. üzüldüğümü değil.
-neden?
-çünkü benden istenileni yapmadım. kendi isteklerim doğrusunda yol aldım. ve üzdüğümü hissediyorum. kendim için yaşayacaktım ben değil mi? önce ben olacaktım. oldum işte. ama sonuç yine kötü.
-üzülme. herşeyin bir çaresi var. sen kapılarını açık tut herkese.
-tutabilir miyim? tutarım. ne bok olduğumu biliyorum.
-9 hatalı hareketten birini yapmışsın. sana daha önce anlatmalıydım.
-inan ki o anda ne olduğunu anlayamıyorsun. nasıl o hale geldim, neler dedim... öfke değildi, sevgiydi herşey. ama ürküttüm.
-yapmaman gerekiyordu. offf... holy holy..
-efendim?
-sen iyi bir kızsın ve de çok masumsun..
-:) bana bunu dememelisiniz.
-neden?
-canım bunları duymak istemiyor. üzgün de değilim kırgın da.. ama bunları duymak sanki canımın yanmasına neden olacak sözcüklermiş gibi geliyor. şu safhada yapabileceğim en güzel şey kendimi o şeyden arındırıp, yine eski holy olmak..
-arınabileceğine inanıyor musun?
-inanmazsam yapamam. bazen ellerimi kokluyorum. ellerimden bir koku geliyor ona ait. "hayır" diyorum. "bu kadar bütünleşmiş olamam onunla" belki de onun kokusuyla benim kokum birdi. çok tanıdıktı herşey, çok güvenilir. ama aşmam lazım. zamana ihtiyaç duymadan hem de. "yarın bırakırım" diyerek bırakamam biliyorum.
-sen artık bazı konularda kendini aştın, farkındasın değil mi?
-evet, ama hala korkuyorum.
-niye? ve neyden?
-korkuyorum sanki ömrümün sonuna kadar tek başıma kalacakmışım gibi geliyor. başka bir korkum yok. giden gider, ölen ölür. herşey zaten bir gün son bulmayacak mı?
-evet.
-o zaman? kimsenin arkasından hüngür hüngür ağlamanın anlamı yok. kimsenin derdi ve tasası beni ilgilendirmiyor. hala daha "önce ben" diyorum. şu dünyada "sevdiğim" kimse için artık çok da fazla kılımı kıpırdatmayacağım. zaten bu sefer de çok fazla yapmamıştım. anaçlığımdan hem tiksindim hem de "yea kızma bana" dedim. ama o bunları zaten yaşamamış.
çok uykum var biliyor musun thunderbolt.
-uyu o zaman holy. rüyanda onu gör ve ona yorumla herşeyi. şu anda belki sana ihtiyacı vardır.
-şu anda en nefret ettiği insan bile gelse ona bile sarılır. ben onun bu yarasını saramam. nasıl o benimkini saramayacağı gibi..
-cümlen düşük oldu.
-seninle arasındaki tek fark ne biliyor musun? yaş farkı demeyeceğim. ikinizde beni rahatlatıyorsunuz. ikinizi de "siz" olduğunuz için seviyorum. aşk olmadan..
o, bunu anlamadı.
-uyu holy..
-uyumak istemiyorum, uykum hem var hem yok.
-o gece ki gibi uyu.
-uyursam kaybederim thunderbolt. daha az uyursam daha çok görürüm.
-uyu hadi.
-tamam, rüyamda çekirge yiyen bir kaç insan göreceğim..
-uyu güzel kız, tatlı kız..

12 Aralık 2010 Pazar

bağımlılık yapar

kilo : 53 olmuşumdur diye düşünüyorum
sinir katsayısı : sinirlenmiyorum, hissetmiyorum sinirlendiğimi.
thunderboltu arama sayısı : 2
birilerini öldürme hissi : 0
birilerini öpme hissi : çok
aşık olma isteği : yok çok şükür (elhamdüllilah)


remeron aldım ve yattım. Allah sizi inandırsın, kör kütük sarhoş gibiyim. ne boktan, ne feci ilaçmış. ne uyanabiliyorsun güzel bir şekilde, ne de yürüyebiliyorsun. ikinci fincan kahvemi içiyorum bana mısın demedi şimdiye kadar. thunderbolt ile konuşup içmemeye karar vermek zorundayım, yoksa halim yaman olacak.

bir gece öncesinde sarhoş olup, zırladıktan sonra daha içmemeye karar verdim. her sarhoş olduğumda ağlayacaksam, milletin başını sikeceksem yok abi içmem daha iyi. içmeden de ağlayabiliyorum, milletin kafasını ağrıtabiliyorum.

ama sarhoş olmak bir başka tabi. böyle çakır keyif olmak, "mmmm gel öpücemm seni, filmi başa sarrr anlamadım" demek iyi de....

gerisi felaket!

"böhühüh ben napcam böhühühühüh!" diye ağlayıp zırlamak, kendini yerden yere atmak..
bunların hepsi bir derdinizin, bilinçaltında biriktirdiğiniz bazı şeylerin olduğuna delalettir.

"zalak amerikayı keşfettiğini felan mı sanıyosuunn?" diyesiniz diye anlatmadım.

sadece bazı şeyleri paylaşmak istedim.

bu remeron boktan bir şey. verirlerse içmeyin.

all by myself
don't wanna be
all by myself
anymoreeeee

11 Aralık 2010 Cumartesi

bir garip veda

insan kendini bile bile ateşe atar mı?

küçük çocuklara bile bir şeyi bir kez söylüyorsun ve yapmıyorlar. içinden muzurluk yapmak geliyorsa, bazen de inatçıysa eğer devamı geliyor tabi.

küçük bir çocuk olmadığımız halde kimi zaman hatta çoğu zaman hata yapmaya meyilli oluyoruz. o anki heyecan, o anın güzelliği hoşumuza gidiyor. sonunu bile bile, tutunacak dalının olmadığını bile bile "devam" diyebiliyorsun.

bu, o anın verdiği cesaret. ama aptal cesareti. sanki, tek bir sözle, tek bir dokunuşla "dünyayı" bile kurtarabilecekmişsin gibi geliyor. kimse umurunda olmuyor. "hayat benim hayatım, hatasıyla, günahıyla, sevabıyla" deyip geçiştiriyorsun. etrafındakiler seni tanımak da zorlanıyorlar. "etrafıma bir, hayata iki! kere" deyip susuyor ve koşmaya devam ediyorsun.

hızlıca, soluk bile almadan..

soluk soluğa kaldığın zaman, başını kaldırıp bakınca yukarı "evreka!" deyip 32 dişini göstere göstere gülmeye başlıyorsun.

gülüyorsun, hiç duraksız, gülüyorsun, soluk almadan...

hayatının en güzel günleri işte o zamanlar.. aklına bile gelmiyor sonu..

"son" mu? o nedir?

her güzel şeyin sonu vardır..

o kadar gülüp, koştuktan sonra, tutunduğun ve nefes alıp kendine geldiğin dal "çat" diye kırılmaya başlıyor...

anlıyorsun ki "ondan" daha iyi dallar bulabilirsin. iniyorsun daldan, kar tanelerinin üstüne üstüne gelmesine aldırmadan başka bir dal aramaya gidiyorsun..

son kez arkana bakmadan..

"acaba kırılmış mıdır onu öyle bıraktığım için?" diye düşünmeden..
"gitsem, geri dönsem, sarsam o dalı tekrar kendine gelir mi?" diye düşündüğün an "hayır" diyor mantığın. çünkü dal kırıldı mı bir daha asla o olamaz. sen tutunsan bile seni taşıyamaz.

güzel günleri, seni koruyup kolladığı günleri içine atıyor ve havanın soğuna aldırmadan, karla karışık gözyaşınla yürümeye başlıyorsun.

köprüler geçiyor, bayılacak gibi oluyorsun.

üşüyorsun ama farkında değilsin. çünkü için alev alev..
kimseye aldırmadan ağlıyorsun köprünün üstünde..
"atlasam nolur ki?" diye düşündüğün an "siktir et" deyip devam ediyorsun yoluna...

karla karışık gözyaşımın bana verdiği sıkıntıyla yazdım. başka da bir şey yok.
bir garip vedaydı..
hoşçakal..

10 Aralık 2010 Cuma

sevgilim! ilk tekme!

hamile kalmaktan, çocuk yapmaktan, çocuk bakmaktan korkuyorum açıkçası. bu yüzdendir belki çocuk sevgimin olmayışı. başkalarının çocukları o kadar da şirin gelmiyor, gelmedi de sanırım. he, sevmiş olabilirim, çünkü en nihayetinde masumdur, bir başkadır onu sevmek. ama böyle hiç bir zaman içten olamadım.

hamilelere, yaşlılara, gazilere yer de vermedim hiç bir zaman toplu taşıma araçlarında. zevkten oturmuyordum çünkü. iş çıkışına denk geliyordu hep. abicim ne işin var bu saatte diye aklımdan geçiriyordum hep.

ama şimdi;

nerede bir hamile görsem; aklıma o 19 yaşındaki kız gelecek.

sevmiş, beraber olmuş, çocuk yapmışlar sevdiğiyle.

"hiii bekaretini kaybetmiş bu yaşta! kevaşe" diyenler var biliyorum. ulan salak, elim de benim, kolum da benim, popom da benim. o zar da bana ait. istediğime veririm. çocuk da peydahlarım. sana ne! senin kevaşe demenle ben kevaşe oluyorsam, benim "orospu çocuğu" dememle sen de öyle oluyorsun.

"hep böyle diyenlerin yüzünden zaten..." klişesini yapmak istemiyorum.

kızın, bebeği gitti. kim bilir ne umutlarla bekliyordu doğumunu, hem okuyup hem bakacaktı. belki çocuğu için okulunu bırakacaktı. "ben hamileyim" çığlıklarını duymadı polis ya da duydu kandırıldığını düşündü. öyle ya, sol görüşlü, gitmiş kız başına gösteriye, ondan sonra devlete karşı gelmiş. gelmiş ya dayağı da yiyecek kevaşe kız!

polis bu durur mu hiç. ona verilen yetkiye dayanarak vurmuş da vurmuş kızın karnına.

insanlar bazen yaşadıklarının acısını işte böyle çıkartabiliyorlar. kim bilir o polisin ne derdi ne sorunu vardı.

"işle normal hayatı birbirine karıştırmayalım lütfen!" desen de sen, gördün işte karıştırılıyor. ben inanmıyorum, hiç bir insan evladı yapamaz bunu. kimin vicdanı el verir? nerede yaşıyoruz iran'da falan mı? ya da afganistan'da?

sizin o beğenmediğiniz, üçüncü sınıf dünya ülkelerinde bile böyle şeyler olmuyordur eminim.

artık o kadar basitleştik ki, kimsenin umru değil bu tür şeyler. siz hala "behlül mü, ezel mi. behzat ç. mi?" diye durun.

"fatmagül dört kişinin birden tecavüzüne uğradı ühühhü" diye ağlayın.

ya da feysbuk profil fotolarınızı "çocuk istismarı için" güzel güzel, cici bici çizgi film kahramanlarıyla donatın.

lütfen yapın bunları.. o zaman "muassır medeniyetlerin seviyesine" geleceğiz çünkü. evropa! ahhhh evropa!

......
"sevgilim, ilk tekme!"
"kime baktın o anda?"
"yüzünü saklayan bir polise. o yüzden çocuğumun yüzünü asla göremeyeceğim...."

9 Aralık 2010 Perşembe

85 meselesi

bugün iş yerinde mülakatlar var. (interview mu demeliydim?)

adayların cvleri elimden geçiyor. hepsi erkek. çünkü pazarlama için alınacaklar.

meraklı bir kadın olarak inceliyorum. hangi okulu bitirmiş, nerede oturuyor. safi merak benimki. yoksa hiç biri tipim değil.

ama birşey dikkatimi çekiyor. gelen adayların hepsi ama hepsi 1985 doğumlu.

"yuhhh ananın ki!" diyorum içimden. çocuklara! belli etmiyorum bu hayretimi.

gelenler boylu poslu, asla demezsiniz 85li diye. ama öyleler.

içimi hüzün kaplıyor adeta. ve ben yaşlanıyorum. kırışıklık önleyicilerle yaşımı geri alamıyorum.

hiç birşey dokunmuyor da şu yaşlanma süreci niçin dokunuyor? 26 yaşındayım, hayatımın baharındayım, isteklerim yavaş yavaş oluyor, günbegün daha da kadınlaştığımı hissediyorum.

eeeee?

ne bekliyorsun ki başka? koca mı?
yok ona daha var.
inanın ki şu anda koca moca çekecek durumda değilim.
evliliğe ruhen ve bedenen hazır değilim.
narkolepsiyi yendikten ve thunderbolt'tan ayrıldıktan sonra evlenirim diye düşünüyorum.

benim dikkatinizi çekmek istediğim nokta;

ben yaşlanıyorum ve hiç biriniz yardımcı olmuyorsunuz!
telkin edin beni, ben senden daha yaşlıyım deyin!
n'olur. ağlarım yoksa!

8 Aralık 2010 Çarşamba

bir melek öldü, bir melek doğuyor

kilo : 54 (ha gayret, anoreksiya olmama az kaldı)
yemek : ramen dışında hiç bir şey. 
sigara : götün yiyorsa iç evde!
içki : götüm yiyor ama içmiyorum. 
gelen mesajlar : hatırlamıyorum
olağan sevgililer : hala daha 0
olağan platonikler : platoniklere koyayım diğer erkek taifesine bi'şi olmasın! hayır platonik de değilim sadece aklım karışık. 

aklım karışık olunca haliyle surat ifadem bombok oluyor. sabah üç kişi birden üstüme üstüme gelince ağlamamla "böhühühüh uzun zamandır böyle ağlamamıştım böhühühühüh" diye bağırmam bir oldu. gece saat 01:30'da yatmam ve ağlama seanslarımın birden çoğalmasının sonucu olarak bir de üstüne baş ağrısı eklenince harika bir gün hatta harika bir hafta olacağı konusunda artık hiç endişem kalmadı.

iş yerinde flört ettiğim (flört demeyelim de hani vardır ya kimse almazsa ben alcam seni kişileri onlardan işte)  kişi bile sabahın köründe ses tonumdan anladı bir terslik olduğunu. şu son 6 aylık holy, iş yerindekiler için sürekli gülümseyen, hele hele son bir hafta içinde adeta bir melek olan holy idi.

-x, (ühühüh hmfs) noldu krem işe yaradı mı?
-holy? noluyo? sesin iyi gelmiyo.
-(ühühühü) yok bişi. sana bişi sordum. krem diyorum. sen yine lavaboda mısın?
-evet :) daha bi kere kullandım. bilmiyorum. sesin hiç iyi gelmiyo. noldu?
-(hmsfffss) taam, sonra ararım seni. (böhühühühühühhühühühühühüh)

aslında kaşınan bendim. bu ağlamaların sorumlusu olarak tutabileceğim kimse yok ne yazık ki. kesinlikle hem de. thunderbolt hep derdi :
-takmayacaksın! kulağını kapat! olmadı gözünü kapat! kendini nasıl mutlu hissediyorsan öyle dur, öyle düşün, onu yap!

bazı konularda, hayır ya bazı konularda değil tek bir konuda guardım felaket düşük. asla kendime engel olamıyorum, düşünmeden hareket ediyorum. bu düşüncesizliğimin sonucu olarak da böyle ağlama zırlama seansları başlıyor. bir de cipralex ağlatmaz diyorlardı. nah ağlatmaz. ağlatıyor işte bal gibi.

kaç gündür "ben güçlüyüm, cesurum, korkmuyorum, anı yaşıyorum helelöylöylöy" diye millete trip atsam bile öyle değilmişim. aslında öyleyim. neden olmayayım ya da olamayayım ki?

yatağa girip saatlerce hönküre hönküre ağlamak, haftasonu depresyon hırkamın içine girmek, tüm gün 9,5 hafta'yı ya da notebook'u hadi olmadı ıssız adam'ı izleyerek (erotik sahneleri geç, ben frijitim) bağırmanın hiçbir şeye çözüm olmayacağını düşündüm.

"lan, bir hafta! bir haftada mutlu olabileceğin kadar oldun. demek ki bu kadarı yetermiş sana. eski hayatına dönmeni emrediyorum holy!" dedim. yani yine, hiç birşeyi sikine takmayan (olmayan bir yere bir şey takılmaz), sinirlendiği zaman hızlı hızlı ve akıl almaz şeyler söyleyerek kendini tatmin eden, erkek milletinden uzak durmaya yeminli holy olmak en güzeli.

bir kahramanım vardı bir hafta önce, her şekilde yanımda olsun dediğim. şimdi emin değilim. insan tek başına ayakta durabilmeli.
her insanın, herkesin hayatına girerek yerine getirmesi gereken bir misyonu vardır. benim kahramanımın misyonu, bazı konularda gözümü açmak ve geri gitmekti sanıyorum. işte dün akşam ve bu sabah yanımda olamadığı için ağlıyorum. ve artık olamayacağı için.

yok.
belki şu anda ciddi anlamda hissediyorum yokluğunu ama gün geçtikçe gülümseyerek anacağım yaptıklarını.
insanoğlu ölüme bir şekilde alışıyor ama bu tür şeyler daha fazla canını yakıyor.
doğumum zor olacak demiştim.
işte yeniden doğuyorum.
tek başıma..

pisi pisi not : ehahahaey! bugün tek mutlu olduğum şey, sipariş ettiğim kitaplarımın gelmesi oldu.
1-seçme sapan şeyler / ferhan şensoy
2-ermeni mandacıları / uğur mumcu
3-firarperest / elif şafak

şu son yaşananlardan sonra bu firarperest sözcüğü bile beni korkutuyor.
firar, kaçmak, kaçış, depresyon, cipralex, thunderbolt, korku, endişe, bombok...
herşey..

7 Aralık 2010 Salı

es irrt der mensch solang er strebt

başlığımın "farklı dilde olması" ukalalıktan değil. bu cümle benim için bu şekilde anlamını yitirmiyor da ondan. belki sizin için de bu şekilde olursa, anlamını öğrendikten sonra anlam kargaşası yaşamazsınız.

cümlemiz, goethe'nin ünlü faust adlı eserinde geçmekte. anlamı "insan çabaladığı sürece yanılır" demek. 

birazdan niçin bu başlığı kullandığımı anlayacaksınız.. 

........

kilo : 55 belki 54,30 falan da olabilir. 
yemek : o neydi? unuttum. 
sinir katsayısı : söylemek istemiyorum. 
thunderbolt'u özleme katsayısı : bu cumartesi görsem yeter.
gelen mesajlar : "you have 0 calls, nobody called you. even your mother" 
kuziden gelen mesajlar : 4 
olağan sevgililer : 0
olağan beğenilen ve platonikler : colin firth (nihahahah bizim gezegende aşk yok aşk) 


dün akşam yine ve yeniden "bir aradayız, hepsi bu" (ensemble c'est tout) filmini izledim. audrey tautou'nun umursamaz halleri, guillaume canet'in bastırılmış kişiliğini tekrar tekrar gördüm. bir film size bir çok şeyi anımsatır, bir çok şeyi tekrardan yaşarsınız. 

bir an, audrey gibi saçlarımı kısacık kestirmeyi, olağan işimi bırakıp gerçekten mutlu olabileceğim bir işi yapmayı ve içimden gelen kara kalem tutkusunu ortaya çıkarmak istedim. (teoman'a gönderme yaptım fark ettin mi?) ama sonra üstümdeki baskıyı tekrardan hatırladım ve bu düşüncelerimi ailemle paylaşmayı düşündüm. sonucun ne olabileceğini az biraz biliyorum : 

annem : he kızım he! sen bu terapilerden sonra kendini aştın iyice! noluyo sana!!! ağzın bozuldu, iyice asileştin! gitme daha terapiye falan! hem parana yazık hem kafana. otur evinde hafta sonları. yap temizliğini, birazcık rahat dur!

babam : nasıl biliyorsan öyle yap, kendini herşeye fazla kaptırıyorsun farkında mısın? bi ara hristiyan olucam, tarikatlere giricem diye de tutturmuştun. 

kardeşim : deli olduğunu biliyoduk holy :) 

ailemden bu şekilde tepki geleceğini bildiğim için bu konuyu onlara açmamanın en iyisi olduğunu düşünüyorum artık. thunderbolt'un buna da bir çözüm bulabileceğini biliyorum. içimden nasıl geliyorsa öyle davranmak istiyorum. 

bunları ne zaman düşünsem bu film aklıma geliyor. orada da audrey'nin annesinin "temizlikçi olup da napcaksın? nasıl yaşıyorsun? paran var mı?" gibi tacizlerinden sonra hiç bir tarafına takmaması beni gerçekten heyecanlandırıyor. ve "ben de böyle olmalıyım" diyorum. 

iyi bir iş, iyi bir hayat, iyi bir gelecek.. kim kaybetmiş ki sen bulasın? kolay değil muhakkak ki.. 
benim şu anda yapmak istediğim tek bir iş var. minik, eski püskü bir kitapçıda çalışmak. alacağım maaş şu anki işimden düşük olabilir illa ki ama ben mutlu olduktan ve kendimi lüksten uzak tuttuktan sonra çok önemli olduğunu düşünmüyorum. 

ama aileme kalırsa bu bir çılgınlık, salaklık! güvenli işimi bırakıp güvenilir olmayan bir yerde, gelecek kaygısı taşıyarak geçireceğim yıllarıma yazık! 

tabi, onlara göre; daha doğrusu tüm büyüklerime, evli arkadaşlarıma göre ilerisini düşünmek lazım. evleneceğim, çocuğum olacak, onlar büyüyecek.. 
nasıl yapacağım?
şu anda bile öyle bir baskı var ki üstümde :
"o kadar senedir çalışıyorsun hala daha çeyizin yok mu? inanmıyorum sana!"  

inanma sen bana! 

el emeği göz nuru çeyizler.. ananızın bile kullanmadığı sandığın, sizin evinizde bir tarafta öylece durması sizi de çok mutlu edecektir eminim. şimdiden alınması lazım tabi ütüsüydü, bulaşık makinesiydi, tencere, tava, kaşık, bıçak........

yok abi.. ben bunlara gelebilecek bir insan değilim. yapamam. evlenirsem şayet, böyle bir karar alırsam, o gün, o şanslı insanla gidip almam gerekiyor. sonuçta tencere tavayı bir tek ben kullanıp ben yıkamayacağım. ya da o koltukların üstünde bir tek ben oturmayacağım. 

"yatak odasını kız tarafı alır". onu da beraber almam lazım. o yatağın üstünde tek başıma yatmayacağım sonuçta. herifle oynaşacağım, çocuk yapacağım. nevresimlerin "benim zevkime göre olması" onu ne kadar tatmin eder? belki adamın istediği bir renk var? belki adam sevdiği rengin içinde sevişirken daha güzel, daha rahat sevişiyor? olamaz mı? 

sonuç itibariyle, şu andan itibaren "büyüklerden, görmüş geçirmişlerden özlü sözleri" beynimden siliyor ve artık kayda almıyorum. sıkılıyorum, sıkıyorlar beni. dün de bundan bahsettim belki ama robotlaşmış, koyunlaşmış bir kadın görüyorum aynaya bakınca. 

işte bundan dolayıdır ki "çabaladıkça yanılacağımın" artık farkındayım. 

çabalamadan yaşamak en güzeli en rahatı. çabalıyorum ama tek birşey için :

hiç kimseyi bir tarafıma takmamak için!  

6 Aralık 2010 Pazartesi

kendini bi'şi gibi hissetmek

duygularım yine arapsaçı. oysa ki cumartesi günü bu işi thunderbolt'la çözmüştük. hatta çözdüğümüz noktada başka bir acı gerçek daha meydana çıkmış, bunu da çözmek için günü ve saati belirlemiştik. 

karman çorman olan ve at gözlüğü takıp etrafı seyretmeye daldığım duygularımla beraber yavaş yavaş beynimi kemiren bir çok şeyin "netliğe" kavuştuğunu görüyor, seviniyor; diğer yandan da "oha holy! senden hiç beklemezdim lan!" diyorum. niye?

cevabı vicdan. 

bu zamana kadar elimde sımsıkı tuttuğum, gerçekliğine inandırıldığım bir çok şeyi sorgular oldum. basmakalıp öğretilen olguların aslında "ne kadar doğru, ne kadar yanlış, onlara doğru gelen bana doğru gelmek zorunda mı?"kiler ile düşünüyorum. bu kadar mı koyunmuşum diyorum şimdi. 

ama düşündükçe kafayı yeme oranım artıyor. bir taraftan varlığını göremediğim ama hissedebildiğim bir baskı, diğer tarafta "ulan ben buyum işte! sittir et gerisini" diyebileceğim bir özgürlük isteği var içimden gelen. 

bütün bunlar bir gece, bir hafta, bir ay gibi bir zamanda oldu diyebilirim. gözlerim kapalı yürüdüğüm yolları, şimdi gözlerimi açıp, geriye baktığım zaman dikenlerle kaplı olduğunu ve bu dikenleri nasıl oldu da hissetmediğimi düşünüyorum.. 

bu kadar sıkıştırılmış benliğim, kendim olamamışım hiç bir zaman. hep yönlendirilen holy olmuşum. 

galiba birşeyleri değiştirmek için vakit geç değil. koyunluktan çıkıp kediliğe terfi etmek istiyorum. 
zaten şu anda kendimi kedi gibi hissediyorum. birinin beni okşayıp, şımartması gerekli.. 

..........

bir sevgi gösterisi olarak yumruklamak! 

bu sabah işe giderken, her sabah önünden geçtiğim parkta iki liseli aşık birbirlerinin ellerini tutmuş, gözlerinin içlerine içlerine bakıyorlardı. (saat 06:55 civarı) sonrasında baktım, birbirlerini yumruklamaya başladılar. "bu ne lan? fayt kılabın karşı cinsli versiyonu mu aceba?" diye düşündüm. çift, önce birbirine bakıyor, sonra yumruk atıyordu suratlarına. hadi, tokadı anlarım, belli bir tatmine ulaşmak için belki karşınızdakine tokat atarsınız da yumruk ne alaka? 

"al, .mına bilmem naptım!!! seni bu kadar seviyom işte uruspu!!!!!!!!" 

ehahah, yuhovski! 

eğitim seviyemiz ağlanacak durumda bayanlar baylar.. 

3 Aralık 2010 Cuma

mutlu hanukalar türkiyeli yahudiler!

kurban bayramı, şeker bayramı'nda yazmadığım "mutlu bayramlar türkiye" yazısı için pişmanlık duymuyorum. feysbuktan herkesin bayramını kutluyorum zaten. bir de bloğa gelip "bayramlar, ah o eski bayramlar, herkesi bir araya toplayan bayramlar, ne güzeldi. bir hafta önceden alınan bayramlığımıza bakıp bakıp kardeşimle hayaller kurardık. annemgil asla ama asla dokundurtmazdı. şimdi öyle mi? herkes bir yerlere gitmenin telaşesi içinde. bayramlar yok artık. sadece tatil var.." dan ibaret yazılardan nefret ettiğim için yaz-mı-yo-rum. 


hanuka ne alaka diyeceksiniz? hanuka şu alaka : 


türkiye'de azınlık dediğimiz yahudi ve ermeni cemaatinin de bildiğiniz gibi önemli günleri, bayramları var. onlar bizim bayramımızı saygıyla kutlarken, biz onların bayramlarını es geçiyoruz. işin politik ve dini boyutunu atın bir kenara. madem bayramlar insanları birbirlerine yaklaştıran günlerse bizim de onların bayramlarını kutlamamız gerekir. 


hanuka, 8 gün süren bir bayram. 8 kollu bir şamdanları var ve her gün bir mum yakıyorlar dualar eşliğinde. tüm aile bireyleri bir arada oluyor bu ayin sırasında. 
okudukları dualar şöyle oluyor : 

**"Baruh ata adonay eloenu meleh aolam aşer kideşanu bemitsvotav vetsivanu leadlik ner şel hanuka"
Anlamı:
"Tanrım sana Hanuka ışıkları için teşekkür ederiz. Bu ışıklar bize hürriyetimizi koruma cesaretini versin." 

***"Baruh ata adonay eloenu meleh aolam şeeheyanu vekiyemanu veigianu lazeman aze"
Anlamı:
"Tanrım ailemizi bu mutlu günde toplanmasını sağladığın için sana teşekkür ederiz."

bu kadar güzel dualar eşliğinde yapılan ayinleri görmek isterdim doğrusu. bu artık benim için noelde yapılan ayinlerden, paskalya bayramından dahi özel bir gün hanuka. 

"yahudiler şöyledir böyledir, kendilerini en üstün ırk sayarlar. onlara güven olmaz. Kuran-ı Kerim'de bile yazıyor"larınızı kendinize saklayarak okuyun şu yazıyı lütfen. 

ben sufi isem, tüm dinlerin varlığına, peygamberlerine inanıyorsam ve tüm dinler tek bir Allah içinse, o zaman hanukayı da kutlarım paskalyayı da. ve keşke diyorum yahudi bir arkadaşım olsaydı. her akşam beraber dua ederdim onlarla hanuka için. tam 8 gün. 

dinlerin amacı da budur zaten. Rabbe yönelmek, şükretmek, onun verdiği emirleri yerine getirmektir. hanuka ile de Rabbimi anmış olmak bana mutluluk verirdi. O'nu zaten her an anıyorum. ama bunu başka dinlerin ayinleriyle de anmak beni daha da çok mutlu ederdi inanın ki... 

mutlu hanukalar tüm dünyadaki yahudilere..
bayramınız size sevinç, huzur ve mutluluk getirsin..