29 Mart 2010 Pazartesi

işte bu sesi seviyorum

mustafa ceceli'ye fena halde takık oldum. bi ara yalın'a takmıştım kafayı. hatta o zamanlar en büyük aşkımla beraberdim. ama tek bir şarkısı yüzünden yalıncı olmuştum. sonra yalın diğer popçularla aynı yolda yürümeye başladı, orijinalliğinden eser falan kalmadı. yalın devri benim için bitti böylece. yani hala daha FAVORİM diyemiyorum kendilerine. ahhahah

mustafa ceceli umarım yürüdüğü yolda kalır, bozulmaz, diğerlerine benzemeye ve rant yapmaya çalışmaz. medyatik olmasın bu adam. böyle kendi halinde çalışıp çabalasın hep. zaten fark ediyor kulağı iyi olanlar kimin nerede olduğunu.

öyle bir şarkı söylüyor ki, gerçekten şarkı sözündeki ruhu yansıtabiliyor. mesela "dön" derken gerçekten acı çekermişcesine "dön" diyerek yalvarıyor. ya da "yarabbi duy, duyur sesimi" derken cidden Allah'a yakarıyor. ya da bana öyle geliyor.

bilmiyorum. mustafa ceceli benim için gerçekten ideal biri olmaya başladı. her yönüyle.

ben de ona bir şarkı söylüyorum bu bet sesimle :
"hep böyle kal, hep böyle kal, hep böyle kal, hep böyle kal"

bir rüya nelere kadir

büyülendim. ciddiyim. bir rüya gördüm ve büyülendim. hiç sevmediğim bir şey olsun istiyorum artık hayatımda.

ne olduğunu siz bilemezsiniz. beni tanıyanlar az çok anlarlar bunu okuyunca. hem korkuyorum, hem çok istiyorum.

şimdi bir kedi gibi, yatağın içine girip, battaniyeme sarılıp, o rüyayı düşünmek istiyorum. kesinlikle nü bir rüya değil. son derece sevgi dolu bir rüya. konu bir erkek de değil. aslında bir erkek. ama sana asla zarar vermeyecek bir erkek. pamuklara sarılıp sarmalanması gereken bir erkek. sonsuza kadar o haliyle korunması gereken bir erkek. bir "can".
bir rüyayla bütün hayatım mı değişecek yoksa?

değişsin.

tüm güzellikler benimle olsun. ve o erkek, o can da benimle olsun her daim..

27 Mart 2010 Cumartesi

iyi niyetime tüküreyim

ne çektiysem bundan çektim. evet arada fena halde fesatlaşıyorum, şeytana pabucunu ters giydirebilecek kadar. ama yine de sonra o şeytansı kadın gidiyor arkasından sapsalak, iyi niyetli kız geliyor.

ağzıma tüküreyim!

kendi derdime bakıp ağlamam ya da onarmam yerine o öküzlerin, iyi niyet anlayışsızlarının derdine oturup ağlıyorum, çözüm üretmeye çalışıyorum. onların bir tarafını kaldırmaya yardımcı oluyorum.

böylelerine hiç müsemma göstermemek farz aslında. ama ailem bunu öğretmedi bana ne yazık ki. yardım et, iyi niyetli ol dediler. onların ailelerinde böyle bir şey olmadığını düşünmeye başladım artık. kime kötülük yaparsan, kimin duygularıyla oynarsan kardır oğlum falan diye telkinler ediyor galiba ana ve babaları.

canınız cehenneme sadist insancıklar..

zirveye çıkarken kayaya takılıp düşmeniz dileğiyle!

26 Mart 2010 Cuma

aşk mı? hani nerede?

hani diyorlar ya eskiden her şey çok zordu, şimdi her şey daha kolay.

külliyen yalan.

evet, hayat daha modern, herkesle daha kolay iletişim kuruyoruz ama bunların artıları olduğu gibi eksileri de oluyor ne yazık ki.

insan büyüdükçe, geliştikçe arzuları ve istekleri de çok daha büyüyor ve gelişiyor. hele ki yaşadığımız şu zaman da her şeyin en iyisini, en hızlısını istiyoruz. istemek hakkımız tabi ki. eşekler gibi çalışan bizleriz. kariyer uğruna, para uğruna kendimizi harap ediyoruz.

eskiden yani en fazla elli sene önce kariyer denilen bir şey yok muydu?

kariyer, o zamanlarda devlet memuru olmaktı. devlet memuruysan iyi para kazanıyorsun demekti. kız babalarının en çok istedikleri şey sanıyorum o zamanlarda buydu. kızlarını devlet memuruyla evlendirmek. şimdiyse özel bir şirkette, bilmem ne departmanında müdürsen kızı alabiliyorsun. gerçi kız istemek artık sadece formalite.

değerlerimiz yavaş yavaş eriyor.

formaliteden isteme, formaliteden söz, formaliteden düğün, formaliteden çeyiz. zaten şu çeyiz olayına ayrı bir kıllığım var da neyse. sırf aileler gücenip kırılmasın diye kahveler höpürdetiliyor, Allah'ın emriyle, peygamber efendimizin kavliyle bu iş bitiyor. gençler geriliyor, aileler tanışıyor. sonra çok sade bir düğünle dünya evine giriliyor.

en fazla otuz sene sonra kız isteme davası falan kalmayacak. bugünün gençleri istemiyorsa, o günün gençleri bunu hiç istemeyecek. "mam, ben evleniyorum yarın" diyecekler olup bitecek.

bunun yanı sıra aşk da böyle eriyip gidiyor ne yazık ki. eskide kalmadı mı destansı aşklar? şimdi birbirinizi tatmin edemiyorsanız aşk falan yalan oluyor. "aşkım, seni seviyorum" vesaire laflar havada kalmış oluyor.

hadi tatmin ettin diyelim. tatminden bir süre sonra kız kısmısında bu tatmin artık evimin kadını, çocuklarımın anası moduna dönüşüyor. haliyle tabi. ama erkek kısmısı hiç bir zaman o kadını o modda görmek istemez. zaten kendisi o moda hiç bir zaman giremez, hiç bir zaman da hazır olamaz. adam 50 yaşına da gelse evlilik uzaktır ona. sevgilisini en çok seven, deli gibi aşık olan erkek bile evliliğe hiç bir zaman hazır değildir ne yazık ki.

bu bir sendrom bence. tedavisi de zor. sorumluluk alamamakla ilgisi var. zaten adama işte aldığı sorumluluk yetiyor bir de evlenince alacağı sorumluluk oldukça fazla gelecek. bu yüzden elini eteğini çekmeye başlıyor karşısındakinden. soğutuyor onu. sonra "anlaşamadık, yürütemiyoruz" gibi öküz laflarla bitiyor her şey. ya da kopamayacağını anladıysa küçük kavgalar, duygu sömürüleriyle ilişki uzuyor. evliliğin olacağı yer ise adamın çocuk sevgisinin zirve yaptığı zaman oluyor.

bir bebek her şeyi halleder. boşanmanın eşiğine gelen çiftleri de kurtarır, evlenmek isteyen çiftleri de. ama en baştan çocuk manyağı gibi görünmemek gerekir. sonuçta karşındaki korkabilir ve "bu çocuk manyağı, kesin en kısa sürede evlenelim diyecek" gibi düşüncelere gark olabilir. yine en baştan çocuk istemeyen bir tip olarak da görünmemek gerekir. bayanlar, çocuksever görünün lütfen evlenmek istiyorsanız ama dozunda.

aşka geri dönecek olursak, evet efsane aşklar gerçekten eskide kaldı. bir leyla mecnun, aslı ile kerem gibi aşk var mı? adam aşığım diyor ama sevgilisi için kadıköy'den bakırköy'e gelemiyor. aşık olduğunu sanmadığı kadın için yurtdışına çıkabiliyor.

onlar masal diyeceksiniz. tamam kabul masal, gözümüzle görmedik, nesilden nesile aktarılan masal olsun. kendi gözümle gördüğüm aşklar var.

en büyük örnek babanemle dedem. 1950'lerde, rize'nin bir köyünde aşık olup 50 küsür sene evli kalmışlar. camdan cama flörtleşmeler, türkü söylemeler falan derken evlenmeleri. dedemin annesi ve kızkardeşinin karşısında babanemi savunması ve onu onların elinden alıp başka bir şehre taşınmaları. babanemin "sigara kokusunu çok seviyorum" demesi üstüne sigaradan nefret eden dedemin sigaraya başlaması. bacakları çok güzel diye dedemin babanemi felaket kıskanıp üstüne "en sonunda bacaklarını jiletleyeceğim, etek giyemeyeceksin" deyip psikopatlaşması.. yaa yaa şimdi böyle bir aşk bulun da getirin bana...

25 Mart 2010 Perşembe

dibe mi vurduk lan şimdi?


çekim yasasıyla ilgili bir kitap okuyorum hali hazırda. daha başlarındayım kitabın. bugün okuduğum kısımda insanları altıya ayırmış :

-patronumsular
-fareler
-mustaripler
-maço adamlar
-arkadan vuranlar
-işkolikler

okudum. kendimi patronumsular arasına sokamadım. evet her dediğim olsun isteyen biriyim ama o kadar kendine güvenen biri değilim. fareler arasına girebilirim. yani şöyle ki; kimseyi kırmak istemem nefret etmiyorsam şayet, kimseyi rahatsız etmek istemem, her hatadan, her şeyden sonra "özür dilerim". çoğu insan uyarır da beni bu konuda. "her bok için özür dilenmez" diye. ama dilime pelesenk olmuş mübarek laf. koparıp atamıyorum. yani çoğu zaman ettiğim özürler gerçek değil.. bu da bir itiraf böyle..

diğer yandan mustariplere de bayağı uyuyorum. her ay farklı bir hastalıkla karşınıza çıkabilirim. nazlayın beni! tek istediğim bu. ilgilenin benimle! yoksa ölürüm.

maço adamları okuduğum zamansa aklıma tek bir şahıs geldi. mide bulandırıcı bir konu ama yazmak zorunda hissediyorum. eski sevgilim sefa bey. şu profilimde belirttiğim hayatımın erkeği "s" değil. maço adamlar, seks hayatlarını karşılarındakine süper, über göstermeye çalışan adamlardır. kendilerine fazlasıyla güvenirler. siz onun kız arkadaşı, sevgilisi dahi olsanız oturur size mükemmel yatak hikayelerini anlatır. evet bu tam sefa. sefa'yı bana tanımla derseniz artık cevabım bu olacak. saf düşüncelerimin içine sıçan adam sefa'dır. o ve onun yatak hikayeleridir.

mide bulandırıcı.

arkadan vuranlar ve işkolikler hakkında da aklıma gelen bir kaç isim var elbette.

işkolikler için çok muhterem bir arkadaşımın ismini verebilirim :arzu. kadın kendini parçalıyor işi için. değer mi diyoruz? vicdanım rahat olmaz diyor. içten içe bitiyor halbuki. o da farkında. nereye kadar gidecek, ne zaman patlayacak merak ediyorum.

bu sabah bu konuyu okurken tüm bunlar bir film gibi gözümün önünden geçti.

ommmmmmmm olumlu düşüncem..... ommmmmmmmm herşey harika.......
ommmmmmmm dibe batıyoruz.....ommmmmmmmmmmmiimmmmmmmmmdatttt kurtaran yok mu lan!!!!!!

mart ayı bombok bir aydır

allah'ın gününe, ayına, yılına, yarattığı her bir şeye küfretmek töbe haşa benim neyime?

ama en çok sıkıntı bu ayda abicim.

uzun olduğundan mıdır yoksa bir kerametsizlik mi var anlayamadım. şubat en fazla 29 gün. mart da iki gün farkla 31 oluyor. insan iki günden mi rahatsız olur?

mart ayı bunalım ayı. iş için de olsa başka şeyler için de olsa ciddi ciddi insanı bunalıma sokuyor. kiminle konuştuysam bu aydan muzdarip. muhtemelen mevsimsel bir şey bu bunalım. soğuktan sıcağa geçerken insanlar bunalıma girdiklerini düşünüyorlar ve çevrelerine negatif enerji yayıyorlar.

naçizane teorim bu.

24 Mart 2010 Çarşamba

ne olacak?

sokak. eski cumbalı evler var. insanlar bahar gelmiş diye bu sokağa doluşmuşlar. herkes son derece rahat. ayaklarında spor ayakkabılar, kıçlarında kotlar, üstlerinde rahat, bol şeyler var.

bir kız. kırmızı siyahlı, belden oturtmalı, şık bir bluz giymiş. altında siyah taytı var. ayağında siyah babetleri. gözünde siyah gözlüğü. 1950lerden fırlamış gibi. ayakları acıyor ama katlanacak o gün.

arkadaşına yardım, kendini rahatlatmak için "newroz" günü çıkmış evden. arkadaşı bir telaşlı, bir telaşlı.. trende sloganlar duymuş. kızımız rahat. hayatının her anında hatırlayacağı ve asla unutmayacağı bir konser sayesinde biliyor tüm o sloganları.

başlıyorlar arkadaşa yardım etmeye. yardım, arkadaşının profesyonelliğe adım atmasını sağlamak. en büyük hobisini en güzel uğraşı haline getirmek. arkadaşı güzel fotoğraflar çekmek istiyor.

çekiyor, poz veriyor, çekiyor, poz veriyor. ruhu değişiyor sürekli. bir acılı kadın, bir neşeli genç kız, yolunu değiştirmek üzere olan biri oluveriyor dakikada bir.

tüm bunların ortasında bir çift geliyor yanlarına. kız anlamıyor ilkten. çocuk bakıyor. yanındaki kız da bakıyor. "bir poz da biz alabilir miyiz?" diyor çocuk. kız, arkadaşının modeli. kim modelini verir başkasına? bu aşk gibi bir şey. kim sevgilisini verir başkasına?

arkadaşı kabul ediyor. kız bir iki poz veriyor çocuğa. çocuk, teşekkür edip koyuluyor yola.

kız öylece kalıyor...

basireti bağlanmış derler ya, hah işte öyle oluyor. basireti bağlanıyor. ağzını açamıyor. "nasıl olsa yanındaki muhakkak sevgilisiydi" diyor. diyorlar..

sonra düşünüyorlar.. "yoksa değil miydi?" teoriler, fikirler, hayaller..

yorulduklarını anlamadan eve gidiyorlar..

şimdi bekliyorlar bir şeyleri..

bakalım ne olacak?

20 Mart 2010 Cumartesi

çok iyi bir kızım

hatta mükemmel ötesiyim. sevdiklerim için dua ederim, sevmediklerim için beddua edemem. o ne ki hatta? pırıl pırılım. flört nedir bilmem. cami yaptırmaya param var. dedikodu bilmem, yapanı da sevmem.. ben insan mıyım?

birisi size "çok iyi bir insansın" dediği zaman aklınıza ne gelir? insanların iyilik seviyeleri ne ile ölçülüyor? yani ben dedikodu da yaparım, hatta çoğu zaman acayip fesatlaşıyorum. şeytanın aklına gelmeyecek şeyler benim aklıma geliyor.

hangi akla hizmet bana "sen çok iyi bir kızsın" diyorlar?

ben olsam demezdim. o cümleyi kuranlar hakkında hiç iyi düşünmüyorum.

ciddiyim.

yalandan söylendiğini biliyorum. samimiyetine güvendiklerim haricinde bu cümle bana çok yapmacık, çok sahte geliyor. fazlasıyla..

karşınızdakine "seni düşünüyorum bak" demek istiyorsanız böyle sahte, içinizden gelmeyen cümleler kurmayın..

basitleşiyorsunuz.

18 Mart 2010 Perşembe

ela ela leose

iyi ki bir filme gittim. iyi ki rizeliyim. iyi ki horon biliyorum. iyi ki tulumu seviyorum.

iyi ki bir filme gittim evet..

yüreğine sor filmini ikinci kez konuk ediyorum bloguma. ama bir sor niye? o filmde bir türkü keşfettim. mmmmm şahane! bugüne kadar nasıl oldu da atlamışım. ama duymadım ki. duysam atlamazdım. ya da biraz daha memleketim ve türküleriyle ilgili araştırma falan yapsaymışım bilgim olurmuş.

"yeyleden ineruken söyleyidiler türkiyi". arada rumca olduğunu anladığım bir takım cümleler, kelimeler vardı. haliyle anlamadım ne diyiler. eve geldim. hemen araştırdım. filmde söylenen haliyle klip çekmişler. sonra internette başka kimler söylemiş deyile biraz daha araştırdım. bir grup buldum pontiaka adında.

hemen elde ettim şarkıyı. kemençe, saksafon ve arada gitar esintilerinin olduğu haliyle söylemişler. gece gündüz dinliyorum. gel gör ki arada ki o rumca cümleler ne anlamaya geliyor anlayamıyorum ve aksi gibi internette ne türkünün o haliyle ilgili bir şey var ne de pontiaka adlı grup hakkında detaylı bilgi var.

rum olsaymışım dedirtti bu hal bana.

büyük patronum biliyor aslında rumca. hem türküyü de dinlettim. gidip sorsam mı ki ne diyiler? :/

türkçesini de zar zor anladım. türküden küçük bir "kuple" sizler için :
"enerken değirmene ekoso kolaime
diken oldi memeler ela ela leose
çikardum dikenleri ekoso kolaime
eyuluk olmadi gene ela ela leose"

bu kupleden sonra sormasam daha iyi sanki...

17 Mart 2010 Çarşamba

gelin oluvercek miyiz?


evlenmeyi her zaman tasvip eden ve seven biri olarak artık tasvip falan etmiyorum. yaşayın bekar hayatı anasını satayım! çeyiziydi, eviydi, gelinlikti, damatlıktı adamın ömründen ömür gidiyor.

yok fritöz, yok perde, yok yüzük, yok ebeninki derken eriyorsun resmen. bayılırım aslında ev eşyası almaya. rengarenk nevresimler, tabak, çanak falan fişman. ama bunları "çeyiz" adı altında alınca canıma dokunuyor. yani alıp saklamak işime gelmiyor.

"çok sıkıntı çekeceksin evlenme arifesinde" diyor çevredeki en yakın arkadaşgillerim, annemgiller, halamgiller, teyzemgiller. ama insanın birazcık içinden gelmesi gerek diye düşünüyorum. haksız mıyım? hiç bir zaman içimden gelmedi çeyiz almak, çeyiz "düzmek". yani iş ciddiye binince bile yapabileceğimi sanmıyorum.

bu iş için en ciddi, en klas arkadaşlarımı seçmeyi düşünüyorum ki sanıyorum seve seve de yapacaklar.

ne var şöyle bekar olup evlenecek insanlar için önceden hazırlanmış evler olsa, mobilyalı, tencereli, ekmek kızartma makinalı falan. çok mu şey istiyorum allasen? ne güzel olurdu, önceden şöyle bir tozunu alırdık, yerleştirme falan derdinde olmazdı.

nerede o zihniyet?

aslında şahane fikirlerim var bu konuyla ilgili olarak ama sunmaya cesaretim yok. yani o kadar gelenekseliz ki ben bu fikirlerimi burada beyan etsem eminim ki çok çok çok kızacaklar olur içinizde.

en iyisi susmak ve oturup önce beyaz atlı ya da beyaz eşekli hadi eşeği de geçtim elinde beyaz telefonu olan bir prens beklemek, sonrasında çeyizimi "düzmek"..

16 Mart 2010 Salı

the nausea


özentiyim ondan böyle ingilizce mi latince mi belli olmayan bir başlık koymak istedim. işin bilimsel yanını görün istedim. bu sabah çok şey istiyorum.

uyumak istiyorum her sabah olduğu gibi, mükellef bir kahvaltı yapmak istiyorum. bak bunu her sabah istemem. iki grissini, bir fincan kahve işimi görür genelde.

işe gelmek istemiyorum en önemlisi. hayır, işten kaçmak istediğim için falan değil. sadece çok erken kalkmanın vermiş olduğu bir bıkkınlık var. ilkokuldan beridir erken kalkıyorum. tatil günleri bile erken kalkardım televizyonun sesine uyanarak. demek ki erken kalkmak benim kaderim. bugün zengin bir koca bulsam, "çalışma evinin kadını ol!" dese sanıyorum yine de erken kalkacağım. öyle çalışmayıp yan gelip yatmak da olmaz. ayıp olur adama. en azından yine sabahın körü kalkıp kahvaltısını falan hazırlamak lazım.

bu sabah ki isteklerimin yanında bir isteğim daha var. i have a wish!

bulantım geçsin. lütfen.. yalvarıyorum..

"ehihihi sabah bulantısı" falan diye saçma saçma düşünmeyin. hamile olmamı gerektirecek en ufak bir şey yok. sadece;

-son zamanlarda çok çok fazla abur cubur yiyip, 60 kilo olmamdan sebep bu sabah sadece ve sadece bir paket çubuk kraker yedim bir fincan kahve ile. hay yemez olaydım. grissini böyle bulandırmazdı midemi. sanıyorum çubuk krakerlerin üstündeki fazla büyüklükteki tuzlardan oldu bu bulantı.

yaa yaa.. her şeyin bir açıklaması vardır değil mi?

bak hala daha orada bulanıp duruyor pis bulantı!

15 Mart 2010 Pazartesi

muz sesleri beyrut'un ovalarına yayılır..


takipteyim. her gün ece temelkuran ne yazmış diye takipteyim.

bugüne kadar hiç bir köşe yazarını ne bu kadar okudum, ne de kitaplarını aldım. ece bambaşka.

bugünkü yazısında üzüldüm. emek vermiş, oturmuş 9 ay beyrutlarda kalmış o romanı yazacak diye. kitabını tanıtmak için türkiye'nin en ücra köşesine gitmiş.

tepkilere bakar mısınız?

"Sizi Hülya Avşar'da gördüm. (Bu sık sık söylenecek daha sonra) Muzlarla ilgili bir kitabınız varmış. Onu almaya geldim."

ece hanım gerçekten sabırlı. ben böyle bir kişinin kitabımı almasını istemezdim.

yanlış anlamayın. tabi ki de herkesin ece temelkuran'ı tanıyor olmasını bekleyemeyiz. sadece konuşma üslubu çok tersime gitti. ustruplu söylemek dururken ne demektir o öyle "muzlarla ilgili kitap".

gündemi hülya avşar'la birlikte takip ediyorlar. bu da bir şeydir aslında. hülya avşar'a bunun için teşekkür edilmesi gerekli gibi sanki..



yüreğimize sorduk, susma sakın dedi

karadeniz'e yönelik filmler genelde güzel olmazlar. nadirdir aradan iyilerinin çıkması. halkımız karadeniz insanının hep fıkralara konu olmuş yönünü görmek ister ya da yapımcılar öyle görmek isteyip öyle film yaparlar.

yüreğine sor böyle bir film değil.

elbette ki komik öğeler barındırıyor içinde. karadeniz şivesiyle küfürlü küfürlü konuşuluyor. ama film genel olarak komik değil. son derece ilgi çekici bir konusu var.

konumuz; 19. yüzyıl osmanlısında geçiyor. gizli olarak hristiyanlığını, ortodoksluğunu yaşayan insanlar var müslüman tebaanın içinde. rize'de bir köy. ortodoksu, müslümanı beraber yaşıyor. hiç kimse içlerinde barınan "farklı dinin mensubu" kişileri fark etmiyor. çünkü öyle güzel müslümanlık yapıyorlar ki anlamak imkansız. beraberce kılınıyor vakit namazları, beraberce getiriliyor kelime-i şehadetler.

işte böyle bir durumda iki genç birbirlerine aşık oluyorlar. müslüman kız ortodoks çocuk. çocuk bile bile seviyor kızı, kızın tabi ki hiç bir şeyden haberi yok.

filmin tamamını anlatmak istemiyorum ama insanların ne denli ikiyüzlü olduğunu, ne denli dar görüşlü olduğunu görüyoruz tekrardan. ölen insanın arkasından "iyi bilirdik" deyip hakkını helal ettikten sonra ortodoks olduğunu öğrenince "gavurmuş bu" deyip küfür sallıyorlar.

evet film değil mi bu, her şey film.

hristiyanla müslüman asla aşık olamaz, evlenemez, çocuk yapamaz. kürtle türk için de geçerli, alevi sunni için de geçerli. allah aşkına sunniyle sunninin evliliği çok mu iyi? baksak çevremize o kadar çok örneği var ki. müslüman sunnilerin en çok söylediği bahane de şu :
-çocuğunuz olursa ne olacak? o senin ibadetlerini yapacak mı? sen oruç tutarken o oturup yemek yiyecek!

sunni insanlar hep 5 vakit namazlarında, hep oruçlarını tutarlar ya, hiç içki içmezler, karıya kıza bakmazlar, yalan asla söylemezler, ah almazlar ya.. alevi olmaz, hristiyan olmaz. niye? onlar senin gibi ibadet edemezler. ibadet sadece bizim ettiğimiz ibadet çünkü. kiliseye gidip mum yakmak, dizlerinin üstüne çöküp önce allah'a sonra isa'ya yalvarmak diye bir ibadet şekli yok çünkü.

benciliz bencil..

din kavramını attım bir kenara. türk insanına "kürt" deyince karşısında "canavar" görmüş gibi oluyor. hiç hümanist değiliz.
"kürtten arkadaş olmaz, en iyi kürt ölü kürt" gibi söylemlerimiz var. çok önyargılıyız. aynısını da onlar bizim için söylüyorlar. oysa ki bizim dinimiz islam. hoşgörü dini. nasıl yargılayabiliyoruz insanları dinlerinden ve de sahip oldukları ırktan dolayı?

ya da biz birer kuklayız. beynimizde birer tane çip var. kukla oynatıcıları ne derse onu söylüyoruz, ne yap derse onu yapıyoruz.

kukla olarak yaşamayı seçmişiz. üzücü ama durum bu.

12 Mart 2010 Cuma

ismim clementinekarenmarlausagikevoksofidenizamelieholybrigdet.. tanıştığıma çok memnun oldum..


her şeyden çabucak etkilenme ve beğendiğim rolü çalma huyumu hiç sevmiyorum. bu yüzden kendi benliğimle tam olarak tanışamadım henüz. aidiyet duygum hala çok primitif.

çoğu zaman okuduğum bir kitapta ya da izlediğim bir filmdeki kadın oluveriyorum. onlara özenmek ya da "keşke o ben olsaydım" demek değil bu. sanırım onlara yakın olan bir parçam her zaman "hazır ol" da bekliyor.

birinin saçına bayılırım bir anda "o" olurum. birinin mücadelesine hayran kalırım, bir anda "o" olurum. biri salya sümük ağlar "işte bu benim" derim. ne zaman kendim olacağım bilmiyorum. galiba bağırıp çağırdım zamanlar, huysuzluğum "tavan" yaptığı zamanlarda kendim oluyorum.

ama diğer taraftan da -bu biraz şizofrenik gelebilir- sanki birileri tarafından izlenip, o karakterlerle bir şekilde tanışmam sağlanıyormuş gibi geliyor. yani her şey çok planlı. kitabı okumam, etkilenmem, o karakterin rolünü çalmam, melankolizme tutulmam..

eğer bu yazıyı anlamamışsanız, anlatamamışımdır ne demek istediğimi..

kendimi, "özün özü" beniı bulduğum zaman haber veririm mutlaka.


11 Mart 2010 Perşembe

الانتقام an tol or revenge ya da intikam..

"intikam soğuk yenen bir yemektir" diye boşuna söylememişler.

"kısasa kısas ulan!" kim dememiştir bugüne kadar? herkes demiştir. herkesin canının yandığı küçük de olsa bir nokta var.

onların da var. bizim de var.

sen görmesen de istemeden, bilmeden haksızlık yapıyorsun. bazen bilerek yaptığın oluyor. sen bunları yapınca onlara karşı cephe aldığın için diğerleri arasında "göstermelik" seviliyorsun.

yoksa sen bunu bilmiyor muydun?

biliyorsun. adın gibi biliyorsun ama kendini kandırmak o kadar güzel ve kolay ki..

senden güçsüzler diye ezmeye çalışıyorsun, haklarını yiyorsun. gün gelir, devran döner. omuzlarını gerine gerine yürüdüğün yollardan ellerin kelepçeli, ayakların prangalı dönebilirsin.

kul hakkını bilir misin? tanrı'dan korkar mısın? eğer o'ndan korksaydın kul hakkı yemezdin.

bir çocuğa, çocukluk hakları verilmezse o çocuk büyüyünce ne olur? nasıl bir birey olur?

başına bela olur değil mi? bir çoğu olur çünkü cahil kalır okuma hakkı elinden alındığı için.

bütün yaşadıklarına rağmen büyüyüp, kendini iyi yetiştirip bir şeyler başarmanın hayaliyle yanıyorsa ama diğer taraftan da intikam planları kuruyorsa kork derim böylesi birinden.

o çocuk da ileride başına bela olur. intikam ateşiyle yanıp tutuşuyordur çünkü ve yapmıştır planlarını sinsice. şimdi sen rahatça koltuğunda otur geleceği hesap etmeden. yaşa gününü. sırtını dayadığını sandıklarına güven. onlara da üçüncü sınıf insan muamelesi yap, hatta insan muamelesi bile yapma tamam mı? çünkü bir tek senin için kurulmuş bu dünya. onlar senin ancak kölelerin olabilir.

sonra gün o gün oldu mu acı çekeceksin, yaptığın günahlar için acı çekeceksin. başını taşlara vuracaksın diyemiyorum. neden biliyor musun? zaten taşların arasında olacaksın. yaşattıklarının aynını yaşayacaksın.

karşındaki de soğuk soğuk yemeğini yiyecek. belki senin torunların da onlardan biri olacak.

demedi deme sakın..

10 Mart 2010 Çarşamba

ece.. bir mucize..


tanrı, mucizelerini benden hiç esirgemiyor.

bazen fark edemiyorum. hiç beklenmedik anlarda oluyor bu. ancak üstünden çok zaman geçtikten sonra farkına varıyorum ve bazen bu uzun süreç için üzüldüğüm oluyor. ama her şey de bir hayır varmış deyip mucizenin tadını çıkarmaya ve onu öğrenmeye çalışıyorum.

ece temelkuran da benim için bir mucize.

bir sinema filminde gördüm. ismen bilip, sıfat olarak tanımadıklarımın listesindeydi kendisi. hiç bir köşe yazısını, hiç bir kitabını okumamıştım. merak ediyor muydum? hayır. filmden epey bir zaman sonra "ağrı'nın derinliği" adlı kitabını keşfettim. yazdıkları, anlatmak istedikleri benim merak ettiklerimdi. aldım. okudum. ve böylece ece'yle tanışmış oldum.

"bütün kadınların kafası karışıktır" kitabının ilk satırlarında kendime daha da yakın hissettim. benim anladığım, benim düşündüğüm dilden yazmıştı çünkü ve benim yaşadıklarıma çok yakındı hissedip yazdıkları. sanırım şu anda bulunduğum durum ve yazıya döktüklerim, ondan etkilendiğimin en büyük kanıtıdır.

şu içimde kendiliğinden yanmakta olan "yazma" ateşini körükleyen o oldu diyebilirim. keşfeden ayrı körükleyen ayrıdır. keşfeden de en az onun kadar cesur biri. ben ne yazık ki onlar kadar cesur değilim, ama bu olmayacağım anlamına asla gelmez. sadece "cesur" olabilmek için daha fazla şey öğrenmem gerek.

o da her gün daha fazla şey öğreniyor ve bizlerle paylaşıyor öğrendiklerini.

onu taklit etmek asla istemiyorum. onu geçmek de istemiyorum. sadece onun kadar iyi yazabilmek, kanayan yaraya merhem olmak, gerçekleri göstermek istiyorum.

bu ne kadar mümkündür, kaç fırın daha ekmek yemem gerekir bilemiyorum.

ama o bir mucize benim için, bir tek bunu söyleyebiliyorum..

9 Mart 2010 Salı

düşünüyorum ne kadar sevmiş olabilirim? olabiliriz? olabilir?

sigaradan 25 yaşıma kadar nefret ettim. hala daha ediyor olmama rağmen, acayip rahatsız etmesine rağmen arada içmiyor değilim. sırf o dumanı ağzımdan çıkarabilmek için içiyorum. yoksa ne işim olur sigarayla? para bile vermem. hayatım boyunca bir kere para verdim. hayır iki kere. birisi kendim içindi. uzun yolda, molalarda içerler ya böyle kızlar, diğer ellerinde telefonları, artık kiminle konuşuyorlarsa, belki sevgilileri, belki aileleri. evet özenti bir şekilde gittim para verdim. içinden bir tane almamla sigaraya para verme devri benim için kapandı gitti. diğeri ise "ona" aldığım sigaraydı. hayatımda ona ilk ve son kere sigara aldım. on bin tane laf ettim alırken. verirken "ya ben ya o" diye çemkirdim. hoş değildi tabi. bir insanı alışkanlıklarından vazgeçirmek çok zor çünkü. o da beni "tırnak kenarı etlerimi yememden" vazgeçirmeye çalıştı ama nafile. "ondan" kısa bir süre sonra bu alışkanlığımı terk ettim.

öylesine korkutmuştum ya da öylesine bana saygılıydı ki "tamam sigarayı bıraktım, içmiyorum artık" demesine rağmen okulun tuvaletinde içermiş benim haberim olmaksızın. ben de gururlanırdım bıraktırdığım için. sonra arkadaşının ele vermesiyle öğrenmiştim bırakmadığını. sinirlendim, kızdım. yine sesini çıkarmadı, öylece baktı. "tamam iç zıkkımın kökünü" diyebildim. o günden sonra birlikte olduğumuz her vakit hem onu hem onun sigarasının dumanını içime çektim.

hastalandı. içmemeye başladı. içmediğine sevindim. "dediğime geldin mi şimdi?" diye söylendim. ama sonra yine başladı. artık umursamıyordum, bana ne benim miydi ki "O"?

ağlamaktan gözlerimi kör ettiğim zamanlarımda yanımdaydı. ilk defa görüyordu elimde sigarayı, ilk defa görüyordu ağzımdan çıkan dumanı.. bense ilk defa duyuyordum bir başkasına "kuzum" deyişini. işte o an elimdeki sigarayı onun kolunda söndürmek geldi içimden. onun yanında bir başkası için ağlarken bunu yapmam ne kadar doğru olurdu ki? dıştan öbürü için ağlarken, içten kaybettiğim için ağlıyordum.

o bunu asla bilmiyordu. bilmesi de gerekmiyordu. o artık "bir başkasınındı". ben de biraz zaman önce "bir başkasınındım" ama o "gel bana" dese o bir başkasını bırakıp ona giderdim. o bunu da bilmiyordu.

düşünmek istemediğim kadar düşünüyorum, düşünüyorum "ne kadar sevmiş olabilir?" bostancı sahili kadar mı?

5 Mart 2010 Cuma

hala daha gülüyom laynn!

sözlükte keşfettiğim yivrenç bir espri :

"kızın motorolası varmış, olmuş.."

ben de bunu herkese yaymazsam motorola telefon kullanayım..

4 Mart 2010 Perşembe

tu mayself


kızım,

çok yiyorsun son günlerde. bak yeme bu kadar. ilerde obez olabilirsin. çocukların "anneaa o nasıl göt o nasıl göbektir öyle ekikekikiekiliğğğiğğiyyy" diyerekten alay edebilirler.

olabilir, ıspanaklı börek güzeldir, caziptir. ama minnacık börek koskocaman bir göbektir.

olabilir, elmalı kurabiye dünyanın dokuzuncu harikasıdır sana göre. ama o ufacık elmalı kurabiye elma gibi dolgun yanaklar demektir.

olabilir, zencefilli kek ve çilekli muffinler çok çekici, çok seksidir. ama sen onları yiyince çekici olamazsın. ancak seni çekici ile taşıyabilirler. bunu unutma. sonra bel çevren muffinin çevresi gibi olur. genişler..

yeme kızım yeme..
kendini seviyosan eğer yeme!

3 Mart 2010 Çarşamba

symfonyay guman


sahnede bir arp duruyor. nasıl bir konser, nasıl insanlar gelip şarkı söyleyecekler? bu arpı kim çalacak?" sorular, sorular ve sorular.. beynimde dönüyorlar. halay çekenler, heyecanla bağıranlar, böyle bir zaman da böyle bir konsere gelmenin tadını çıkaranlar..o yanık stranlara, o hisli dengbejlere rağmen çoşkulular. sonra merakım gideriliyor. sahneye pırıl pırıl bir kadın çıkıyor, simsiyah, upuzun saçlarıyla. geçiyor arpın başına. yanında tef çalan genç bir çocuk. başlıyorlar ninni gibi, masal gibi şarkılar söylemeye. işte o kadın tara jaff. ve ben öylesine mutlu oluyorum ki böyle bir kadını tanımakla. bugüne kadar nasıl kaçırmışım, nasıl bulamamışım bu sesi diye hayıflanıyorum...

bostancı durağında

ayna grubunu oldum olası severdim. ta ki erhan güleryüz eşinden ayrılıp başka bir kadınla beraber oluncaya kadar. e burası tabi ki de beni ilgilendirmez ama erhan'a olan aşkımdan dolayı krizlere girmiş, elimdeki kasetlerini yerlere fırlatmıştım. bunları yaptığım zaman taş çatlasın 14 yaşımdaydım. ne büyük aşkmış öyle değil mi? değilmiş..

üniversiteye başladığım zaman tek göz odada, dört kız, indir bindir aynı kaseti dinliyoruz. ayna / bostancı durağı.
"hiç bostancı'yı görmedim, nasıl bir yer acaba? erhan hangi duygularla, hangi aşkla yazdı kimbilir?" diye düşünüyorum. ama kızların bunlardan haberi yok. bu şarkı en sevdiğim şarkı değil en gıcık olduğum şarkı oluyor. saçma geliyor çünkü sözleri, müziği. bir kere yavaş başlayıp alakasız bir şekilde hızlanan bir şarkı. o kasette en çok sevdiğim şarkı "mutlu ol" oluyor.

sonra "o" giriyor hayatıma. oturduğu yer istanbul'da bir dağ. alay ediyorum gizli, üstü kapalı. anlıyor her zaman ki gibi. bir şey demiyor. onun bu huyunu seviyorum. sakin, kendini
bilen, kıyamet kopsa yerinde oturup "ne olacaksa olsun" diyen.
sonra okul hayatımız kökünden bitiyor. işimiz oluyor ve her sabah, her akşam duraklara gidiyoruz. ben mecidiyeköy, o bostancı durağına..

bazen söylüyor o şarkıyı bana "bostancı durağında, ismin dudağımda".. iyi de ben sevmiyorum ki o şarkıyı! hem bostancı neresi hala daha bilmiyorum.

....
ilk defa bostancı'dayım. elim elinde. çok güzel bir yer. sakin, sessiz. ama pahalı. kurduğum hayallerimi anlattığım zaman "üzgünüm" diyor.

yıllar sonra tekrardan gidiyoruz. roller farklı bu sefer. ama hisler aynı galiba. beni ilk aldığı yere bırakıyor. arabaya biniyorum. bakıyorum. umarsızca sigara içiyor. yine bakıyorum, kafası rüzgara dönük. yine bakıyorum. bakıyor. araba hareket ediyor. el sallıyoruz.

bu onu son görüşüm oluyor.

sonra tekrardan, başka bir sebeple gidiyorum bostancı'ya. duraktayım. yine araba bekliyorum. bu sefer ben söylüyorum o şarkıyı onun haberi olmaksızın..
"bostancı durağında, ismin dudağımda.."

2 Mart 2010 Salı

rahatsızım..

tahammül edemedim. olmasını en çok istediğim şeydi halbuki.

yapamadım..

rahatsız oldum.

hem de çok..

zamanında kafamın içinde terör estiren duygularımı o gün, gün ışığına çıkartmaktan korktum. süt dökmüş kedi gibi saklandım. tırnaklarımı çıkarttım bir taraftan da görsünler diye. saklamak isterken beni "bırak" diye bağırdım.

çok bağırdım hem de..

alındı. buna rağmen yanımdaydı.

sustum. susmadı. susunca alındı. alınmadım. susmaya devam ettim. üzülmedim. üzülemedim.

şimdi yine kafamın içinde "terör" estiriyor duygularım. "hayır, bu sefer o "terörist" beni vuramayacak"

eminim...

venamire venamire

her şey çok sevdiğim hocamın beni konsere davet etmesiyle başladı. aslında bir tarafım huzursuz "boşver n'apcaksın konsere gidip?" diye sayıklıyordu, diğer tarafımsa "gitmek lazım, yeni şeyler keşfetmek lazım" diye sayıklıyordu. evden çıkana kadar karar verememiştim hatta bostancı'ya ayak basar basmaz geri dönmeyi bile düşündüm. çünkü hiç alışık olmadığım bir kalabalığın içinde bulunacaktım bir kaç saat.

gittik. gösteri merkezi'nin bahçesi hınca hınç doluydu. "herhalde daha içeri giren olmamıştır" diye düşünüyordum. zar zor içeri girdikten sonra yanıldığımı fark ettim. içerisi ana baba günü olmuş, mahşeri bir kalabalık vardı. işte korkularımın başladığı zaman o zamandı. "ya bir şey olursa, ya polis basarsa, ya biri anlarsa kimliğimi?" gibi sorular beynimden hızlıca akıp geçiyordu. kendimi bir anda yasaklı bölgeye girmiş bir gazeteci, bir casus gibi hissettim. tabi ki bunları düşünmek çok saçmaydı. bütün bunları düşünürken hocam bazı şeyler anlatıyordu. adapte olamadım. olamıyordum. hem kalabalık hem de bu düşünceler beni on dakika içerisinde yiyip bitirmişti.

o kadar kalabalıktı ki oturacak yer bulamadık. insanlar haddinden fazla çoşkuluydular. belki ben de onlardan biri olsaydım öyle olurdum. genelde bu tarz eğlenceli yerlerde somurtup oturuyorum. bu yüzden düğünleri, kına gecelerini ve bu tarz konserleri sevemiyorum.

sahneye iki kız, bir de genç bir erkek çıktı sunum yapmak için. kızların üstündeki yöresel kıyafet o kadar güzeldi ki.. çok uzaktan oturmamıza rağmen dikkatimi ilk bu detaylar çekmişti. sonra sahneye dengbejler çıktı. dillerini anlamadığınız halde yanık yanık uzun hava okumalarından ne söylemek istediklerini anlar gibi oluyorsunuz. her türkü bitiminde gençler sloganlar attılar. anlayamadım. tercüme etmeye çalışan hocama tercüme ettirmek istemedim. galiba üzülmek istemedim. anlayabildiğim tek bir şey vardı o da zamanında kürtçe'ye merak salmamdan dolayı öğrenmiş olduğum "biji" kelimesiydi. devamında geleni zaten anlamamak imkansız...

yine yöresel türkücüler sahneye çıktı. sunumları bile kürtçe yapılan bir konserdeydim. türkçe bir kaç kelime duymuştum konserin en başında. dışarı çıkmak istesem çıkamazdım, o kalabalıktan geçebilmek çok zordu. ama nefes alamıyordum. hocam da dışarı çıkalım istersen dedi ama kısacık yol gözümde millik yol gibiydi.

çıkmadım da. oturdum. bir şey göremesem de oturdum baktım neler oluyor diye etrafıma. herkes ayaktaydı. ıslıklar, alkışlar, sloganlar.. korkum az biraz geçmişti. bir güven vardı ama neyden kaynaklıydı emin olamadım. pişmanlık asla yoktu kalbimde. pişman olsaydım kalkıp giderdim. kimseye minnet edecek halim yoktu. ya da kimsenin benim düşüncelerimi değiştirecek hali yoktu. kalbim burkularak gözlemledim bazı şeyleri. ama düşünüyorum da bazılarının kalbi zaten bir şeylere her zaman kırık. benim iki saatlik kırılmış çok mu?

görmek istediğimi gördüm ve miyadımı doldurup çıktım salondan. aklımdan geçen tek şey vardı :
"gene olsa gene giderim"


bi güzel ellerim..

müjdat gezen'in "galiba ben sanatçıyım" kitabını üniversiteye giderken okumuştum. sene sanıyorum 2004'tü. evet üstünden çoook uzun yıllar geçmedi ama bana sanki çoook uzun yıllar geçmiş gibi geliyor. kitapla ilgili ise tek anım, aşağıdaki şiiri müjdat gezen aziz nesin'e yazmıştı. ben de o zaman ki sevgilime göndermiştim :) şimdi bu dizeler ne zaman aklıma gelse sadece acı acı gülümseyebiliyorum. şimdi bu dizeleri tekrar ona göndersem yine acı acı gülümseyeceğim.

her şey muamma..

ellerim görür seni
ellerim yakalar
kaçamazsın
ellerim
ellerim seni
severim
anlarsın..

1 Mart 2010 Pazartesi

kürt kadınları..



-gel kızım böyle otur. kimin kimsen var mı?
-var teyzecim..
-he iyi o zaman
-teşekkür ederim teyzecim yer için.

önyargıyla dolu gittiğim bir konserde içli dışlı oldum onlarla.

40lı yaşlarda bir teyze. giyimi kuşamı yerinde. konserin en başından beri ona karşı içimde bir sıcaklık, farklı bir duygu nedensiz.. yanında da bir sürü güzel genç kız var. "hayır" diye düşünüyorum. "onlar kürt olamazlar".. halbuse "kürt kadınları ve genç kızları" onlar. kürt olduklarını attıkları sloganlardan, ellerindeki sarı, yeşil, kırmızı mendillerden, çoşkularından ve söyledikleri türkülerden anladım.

attıkları sloganlar ne kadar korkutsa da beni, inançlarına ve beraberliklerine hayran kaldım. bir salon dolusu insan. ıçlerinde yaşlısı, çocuklusu, genci, kadını, adamı her çeşit insan var. belki bir bakışta tanıyabilirsiniz kürt gençlerini, erkeklerini. ama kızlarını ayırt etmek öyle zormuş ki..

bugüne kadar hep televizyonda gördüm, kenar mahallede yaşayanlarını gördüm. beynim direk olarak onlar için “esmer, kara kuru, zayıf, benli” diye programlanmış. düne kadar hiç güzel kürt kadını görmemiştim. öyle güzeller, öyle bakımlılar ki. öyle candanlar ki. bize, hep söylenenlerin dışında olduklarını anladım.

sahneye çıkan kadınlara ne demeli? işıl ışıl yöresel kıyafetler, muhteşem sesleri, muhteşem yetenekleri.. hangi birimiz tara jaff’ı tanıyor? arpıyla türkülere ses veriyor, can veriyor. o kadar güzel söylüyor ki dinlediğiniz kürtçeymiş, ıngilizceymiş umursamıyorsunuz.

bizim apartmanımızda da var kürt bir aile. dillerini bilmediğim için selam veremediğim, dairelerinin önünden geçerken tırsarak geçtiğim. oysa ki ben konuşmaya çalışsam biliyorum ki devamı gelecek. bir iki tane kürtçe kelime sorduğum da bile gözleri parlamıştı kızlarının. “siz nereden biliyorsunuz o kelimeleri, o türküyü?” demişlerdi. haliyle ne diye ezberlediğimi ve merak ettiğimi söyleyememiştim. “türkçe biliyorlarmış” demiştim kendime. demek ki kabahat bizdeymiş.

farklı diller konuşsak da acımız aynı, söylemek istediklerimiz, hissettiklerimiz aynı. onlar da ana, onlar da bacı, onlar da yar. neden hala daha ayrımcılık yapılıyor? neden birbirimizden korkmamız öğütleniyor halen daha?