30 Kasım 2010 Salı

arkadaşlarla röportajın ezik sonuçları

şu feysbuk zamazingosunda "arkadaşlarla röportaj" diye bir eklenti çıkmış yepisyeni. önce, sinir oldum, hatta duvarıma yazılanları silmeyi bile düşündüm ama baktım zevkli birşeye benziyor ben de ekledim hemen kendi profilime. aslında böyle uygulamaları eklemeyi hiç sevmem. bir farmville olsun, efendime söylüyeyim yoville olsun oynamadım hiç. beni ancak ve ancak the sims 2 tatmin ediyordu o kadar.

öyle absürd sorular var ki. hiç ummadığınız biri hakkında öyle saçma sapan şeyler çıkıyor ki.. cevap hakkınızı en esprili, en komik şekilde vermeniz gerekiyor bana göre. yoksa bir anlamı kalmaz.

mesela benim en komik cevabım sanıyorum ki, rocker kardeşim hakkında çıkan "eğer onu değiştirme özelliğiniz olsaydı neyini değiştirirdiniz?" sorusuna "şakirt yapardım" oldu sanıyorum.

en gıcık olduğum ise, lacrymosa hanım kızımızın bana birini ayarlasa kimi ayarlarlarmış olması sorusuna "colin firth" deyip arkasından "yok ya kendime ayarlardım" demesi oldu. colin firth, son zamanlarda en çok ilgi duyduğum erkekler arasında. o aristokrat bakışlar, o harika ingilizcesi (ingiltere'de doğup büyüdüm :P), harika vücudu.... neyse

öhüm... kendilerine karşı evet platonik de olsa bir ilgim var çok şükür. bilmiyor bunu. ama bilse yeaa.

vallahi atlardım ilk uçakla londra'ya giderdim. sanıyorum ki öyle bir adam londra'dan başka bir yerde yaşamaz.
thunderbolt'tan bile çekici. o kadar çekici ki, mıktanıs gibi adeta.

feysbukla başlayıp colin firth ile biten yazıma şunu da ilave etmek istiyorum :

son zamanlardaki, mide bulantıları, can sıkıntıları nedeni ile birşey yiyememezlik hastalığına tutuldum üstünüze afiyet. ve ve ve istediğim 3 kilo bu yolla gitti. hala biraz daha göbeğim var ama olsun.

frijit jones gibi yazacak olur isem :
kilo : 55,50 kg
içilen sigara adedi : 2 (haftasonuydu ve dedikodu vardı)
içilen içki adedi : 0
abur cubur : bir tanecik, yalnızca bir tanecik doritos (paket değil!), 2 adet şöbiyet
olağan sevgililer : 0
olağan platonik ve istenilen adamlar : 1
sinir katsayısı : hiç bahsetmek dahi istemiyorum!!!!
gönderilen mesajlar : 118

erkeklerden nefret etmeye, hatta ve hatta karşı cinsimden zaten çok hoşlanmayan biri olarak yaşamaya devam etmeye de devam edeceğim.

sorun bende değil sizde
üzgünüm..

29 Kasım 2010 Pazartesi

yine bir mim, yine deepblueeagle'dan :))

konumuz bu sefer AŞK!

ben şu sıralar biraz feminen takılıyorum daha önce yediğim darbelerden ötürü. ama aşk bu, sizi ne zaman, nerede, ne şekilde bulacağı belli olmaz. aşık değilim ama yanıtlayayım soruları, içimde kalmasın :)

"size göre aşk nedir? bir ilişkiden neler beklersiniz?"

aşk, bulutların üstünde yürüyüp, aptal aptal etrafa gülümsemektir. hiç birşeye konsantre olamamaktır. yani en azından ben böyle hissediyorum kendi çapımda. uzun zamandır aşık olamadığım için sanıyorum bu duyguyu unutmuşum.

"daha yaşın kaç başın kaç" diyecek olabilirsiniz. ama insan 60ında da aşık olabiliyor. sanıyorum hayatımda bir kere aşık oldum. onun dışında herşey boştu, platonik ya da aptal saptal insanlardı.

bir ilişkiden öncelikle saygı beklerim. benden yapamayacağım şeyler istenmesi beni sinirlendirir. bir şeyi on bin kere söylemeyi ve ısrarcılığı sevmiyorum.

sonrasında madem adam aşık bana, fazlasıyla ilgi beklerim. ilgi manyağı bir kadının yazdıklarını okuyorsunuz ne yazık ki.. her dakika benimle olsa, ömrümün sonuna kadar onunla olsam yetmez gibi bile geliyordu aşık olduğum zaman.

benden bu kadar. şu anda hiç bir duygum yok inan ki aşka karşı. aşık değilim, olabilirim her an. onu zaman gösterir.

detaya inemeyecek kadar köreldim.

ama körelmeyenler olduğunu bildiğim için MİMLİYORUM!

uyumuycam
selimcim
bahar kokuları
sym
unicim
telekinesis

28 Kasım 2010 Pazar

patili sabahlığımla sesleniyorum size : mutluyum

dünkü sinirliliğim, asabiyetim, üzüntümden eser yok :)

sabahın beş buçuğunda yattım, onbirde kalktım, dün tek bir öğünle durduğum için yemek yemek zorundaydım. minik bir omlet yaptım yedim. vitamin ve diğer ilaçlarımı içtim.

şimdi mi?

mutluyum :)

nedeni yok. yani var. yani o kadar büyüttüğüm ve beni rahatsız eden nedenden aslında kurtulmadım, ama hani böyle zamanlarda bir kurtarıcı gelir ya yanınıza...

sanırım ben onu buldum dün gece. ya da o beni buldu, korkularımla yüzleştirdi. ilk başta "holy sus, konuşma, sittir et, bak sinirlenme, herkesin doğrusu kendi götüne girecek zaten, boşver" dedim.

ama kurtarıcım susmadı. susmadı. en sonunda pes ettim.
içimde ne var ne yoksa döktüm. iyi, kötü, güzel, çirkin, ayıp...
ne varsa..
birilerine asla diyemediklerimi bile dedim.
rahatladım.
thunderbolt'un yanında bile bu kadar rahatlamamıştım.

biliyorum o, iyi biri.
"hangi camiyi yaptırmış len?" diyene vururum!
yani kim sizinle o kadar uğraşır ki? ben, eğer sevgilim olsa bu kadar takmazdım.
artık insanların dertlerine "derinlemesine" takamıyorum, yardım etmeyi sevemiyorum.
çünkü kendi dertlerimi çözmeyi öğreniyorum.
işte dün tam düğümlenmişken...
hani ağlayamıyorum dedim ya...
zırıl zırıl ağladım..
güçsüz müyüm?
asla...
şimdi mi?
BOMBA gibiyim...

kurtarıcımın, her zaman yanımda olması dileğiyle...
her ne şekilde olursa olsun... hep yanımda olsun..
Tanrı'dan bugün başka birşey isteyemeyeceğim sanırım..
a yoo, istiyorum..
sınava girecek tüm arkadaşlarımın da yardımcısı olsun...

sanki dün gece on bin kadeh şarap içmiş gibiydim...
ama mutluyum :))

şimdi canım profiterol yemek istiyor.. gidip alacağım sanırım :)

27 Kasım 2010 Cumartesi

iki arada bir derede

canımın sıkıntısıyla uyandım bu sabah. sinirliydim, kusacak gibiydim. oysa herşey güllük gülistanlıktı kaç gündür. canımın sıkıntısını bildiğim halde "bilmemezlikten" gelmek daha çok canımı yakmasına rağmen unutmak en kolayı gibi geldi. yani canımı sıkan her ne boksa, o şeyi yok etmek geldi içimden. sıkıldıkça sıkıldım, kahvaltı yapamadım. kahvaltı yaptıktan sonra içmem gereken vitamin hapını yapmadan içtim. bulantım artıkça arttı.

sokağa attım kendimi. ağlamak istedim oturup bir bankta. ağlayamadım. ağlama duygum yok oldu çünkü. altı ay öncesine kadar sulugöz tahire mode on dolaşırken şimdi, çok çok sinirlenince ağlayabiliyorum. ağlayamadım. hala daha ağlamak istiyorum ama olmuyor.

neden öyle boktan, öyle ottan bir neden ki..
bilip de hayatından çıkaramamak, "belkilerle" yaşamak ayrıca daha da saçma ve boktan.
iki gün öncesine kadar olmayan birşeyin nasıl olup da iki gün sonra tüm benliğimi kapladığı hakkında da bir fikrim yok inanın ki..

konu ne olursa olsun durumum bu. hala daha düşünüyorum, ne yapsam diyorum, su akar yolunu bulur sittir et diyemiyorum. ya olsun ya olmasın.

ikisi de benim için tehlikeli aslında.
kimseye diyemiyorum hiç birşey. ancak böyle, gizli kapaklı, anahtar sözcüklü cümleler kurabiliyorum.
aşk mı? cinsel bir istek mi? yoksa birini yok etmek mi? kilo vermek mi? dişçiye gitmek mi?

bunlardan herhangi biri olabilir beni içten içe çökerten. ama nedir söyleyemem.
itiraf edemediğimi kendime, bir başkasına asla diyemem.
ve ben çok sıkıldım.
bütün gün...
sus sus sus..
en sevdiğimin yanında olmama rağmen sustum.
en sevdiğim bana sordu, söyleyemedim. çünkü "holy, hayır" diyecekti.
bildiğim için alttan aldım.
susmak iyi birşey olmuyor kimi zaman..

çünkü karşındakine anlattığın zaman içinin acıyacağı cümleler kuracak, biliyorsun. en iyisi susmak diyorsun. ama için yine acıyor.

iki ucu çoklu denklem anlayacağın.
ben susmaya devam ediyorum..
belki bir gün konuşurum..

26 Kasım 2010 Cuma

yaratılan mutluluğu kendi ellerinle mutsuzluğa dönüştürmek

cıvıl cıvıl ruhum aslında. ama ne bileyim diğer taraftan da kızgınım ve kırgınım bir böceğe. böceğin ismi serkan. yine deşifre ediyorum exlerden birini. ister okur, ister bir başkası okur ona iletir. amacım bu değil ama bir şekilde ruhumu deşarj etmem lazım.

meraklı bir kadın olduğum için, belirli periyodlarla eski sevgililerimin (iki tanecik) feysbuk profillerine bakıyorum. bir tanesinin ki kapalı, serkan dediğimiz odunun ki açık. bu odun arkadaşımız, benden sonra beraber olduğu ve "dini ayrı, ırkı ayrı, onunla hayatımı birleştiremem" dediği sevgilisinden ayrılmış (kız romen bu arada) ve hayatına bakmaya çalışıyordu en son. benim hayatıma sıçıp giderken en son durum böyleydi.

dün karıştırırken odunun profilini bir de baktım o romen kızla tekrardan barışılmış, romen hatun "hadi ama kalk artık bilgisayarın başından :)" gibisinden kışkırtıcı, şımarık bir cümle yazmış aptal bir videonun altına. bizim odun da "nayır" yazmış.

benim bozulduğum nokta, odun serkan'ın o romen hatunla tekrar barışması değil. afedersiniz bir tarafımdan aşşa kasımpaşa diyorum. ama onun için yaptıklarım, onun için kafayı yememin üstüne ve "o çok hasta ühühühüh" diye thunderbolt'un ve bir takım dostlarımın ağzına sıçmamın üstüne hala daha o kızı bir tarafına takıp cevap vermesine kıl oldum.

sıkıldım gecenin bir vakti. ruhum daraldı. mesaj atacaktım. sonra "siktir et" dedim. önemsendiğini falan düşünüp bir tarafı kesinlikle kalkacak çünkü. hani aç tavuk kendini darı ambarında sanar ya onunki de o hesap olacaktı o yüzden en iyisi susmak dedim. onu sevmiyorum, sevebilmem için hiç bir nedenim yok. tam aksine nefret bile ediyorum. ama benim hayatımı bozup, nedensiz susması ve defolup gitmesi, bu nedenle de önüme gelene sataşmamn, "kızıam sen ruh hastasısın" denmesinin hesabını kim verecek?

kendimi bir şekilde durdurmam lazım. hala daha midem bulanıyor :/ slav ırkından nefret ediyorum.

şimdi kendimi salıp ağlamak vardı ama ağlamak güçsüzlüktür. ağlamamıyorum çünkü mutlu olabilecek sebeplerim var çok şükür. beğenilmek mesela :) beğeniliyorum, en azından öyle söylüyorlar. yani ne bileyim iltifat üstüne iltifat alıyorum. canımı sıkan tek bu olsun, ben onun icabına bakarım :)

holy is a strong woman.

i'm every woman 
it's all in me.
i can read your thoughts right now
every one from a to z. 


erkek milletine güvenmeyin lan kızlar! iki gülüşe, iki çiçeğe tav oluyorsunuz. topu topu şu 26 senelik hayatımda iki kere çiçek geldiği için demiyorum bunu :P varsın almasınlar.
demek istediğim şey, aman ne bileyim. bu sabah hiç bir boku bilmiyorum.
ama iyiyim, mutluyum. nihahahahah

güç bende artık
SHELA!!!

25 Kasım 2010 Perşembe

parayı bulana kadar komünist, kocayı bulana kadar feminist kalacağım

dünya iktisat dünyası, dünya çıkar dünyası.

millet çıkarını düşünerek işini görüyor, köprüden geçene kadar ayıya dayı diyor. bu devirde dürüst insan bulmak zor.

yine klişe laflar, yine klişe benzetmeler. nefret ediyorum klişe lafından ve klişe olan herşeyden. farkımın farkı mıdır bu yoksa klişe miyim ben de diğerleri gibi?

"feministin kraliçesi" sıfatını büyük sevgiyle göğsüme bastım. özellikle kara çerçeveli gözlüklerimle daha da feminist görünüyormuşum. istediğim (evlenmek için) erkek tipini de söyleyince arkadaşlarım şöyle bir baktılar :
"sen bizim köydeki eşekle evlensene? ya da böyle bir herif bulursan bana da haber ver olur mu?"
dediler.

desinler.
ne var sanki isteklerimde?
-beni çıkarsız sevecek (her akşam isteme benden buz gibi soğurum senden)
-kendi maaşımı bana bırakıp, evi kendi maaşıyla çekip çevirecek (allah sizi inandırsın cilt bakım ürünlerine, parfümlere para dayandıramıyorum. e lazım ama?!)
-haftasonu istediğim yerlere gitmeme karışmayacak.
-haftaiçi ağır işlere yardım edecek. mesela ben bulaşık makinesini doldurduysam o boşaltsın. ne var yani?
-ne annemlere ne annesine bir aydan sık aralıklarla gidilmeyecek.
-her türlü önemli gün ve haftalar hatırlanacak. akabinde hediyesiz kutlanmayacak.
-sigara içilmeyecek.
-ayda bir kere şarap gecesi yapılacak.
-arabasını gerektiği zaman bana verecek.
-ayda bir gelecek olan temizlikçi kadın parası kendisi tarafından karşılanacak. (cam silemem, halı süpüremem)
-ben kilo alırsam beraber diyet yapılacak. o kilo alırsa patates haşlaması yesin.
-çok gerekirse thunderbolt'a aile terapisine gidilecek. (onsuz bir hayat düşünemiyorum)
-tüm bunların sonucu olarak bana zengin, hali vakti yerinde bir koca adayı öngörülüyor farkındaysanız.

çıkar dünyası olm, ben ne yapayım?
ama yok ya, böyle iyi birini bulursam geyşası olur çıkarım. ayaklarını yıkarım, ağzına yemeğini ellerimle koyarım.

bir dakika, düşününce erkeklere her yapılan iyilik çok çok fazla. en azından en çoğuna kadar. basacan köteği oturacaklar popolarının üstüne!

benim hem feministlikten hem de komünistlikten vazgeçmem için bir arap ya da bill gates'in akrabalarından biriylen evlenmem gerek. malum, prens william da gidiyor, evleniyor gül gibi çocuk. gerçi kraliçe ii. elizabeth beni istemezdi, yok dinimiz aynı değil, yok aynı soydan gelmiyoruz falan filan..

bu tür saçmalıklarla uğraştırmasınlar beni!!!

pisi pisi not : şalom gazetesi'nin öykü yarışması var. öykü yazmaya hevesli gencolara duyurulur :)
http://www.salom.com.tr/news/detail/16937-Gila-Kohen-Oyku-Yarismasi.aspx

eğer öykü yazabilseydim kesin katılırdım. yine de deneyeceğim.

24 Kasım 2010 Çarşamba

mutluluk nidaları atan bir deli var!!!!

audrey hepburn manyağı, hastası, kendine örnek aldığını düşünen bir adet bağyan olarak bu sözünü pek severim audreycimin. hala daha "eheheh kızıaam sen 50lerde yaşıyosun, dön bak dünyaya beaa!" diyenler mevcut ama ben yaşadığım "kendi" dünyamda çok daha mutluyum. audrey gibi çantalar takmayı, kapriler ve babetler giymeyi, hafiften eyeliner sürmeyi, incecik sigara içmeyi, ağzımı gere gere gülümsemeyi çok seviyorum. 

ve ve ve... bunu bilen çok sevgili sözlükten badim, yazılarıyla ciğerimizi parçalayan ama doğruları her zaman söyleyen uyumuycam bana teee nerelerden hediye almış. audrey hepburn'e olan sevgimi bildiği için, alacağı hediyeyi görür görmez aklına gelmişim. biz, henüz birbirimizi görmedik, sesimizi bile duymadık.  onun bu içten, sıcak davranışı karşısında tahminleriniz üstünde önce bir kaç damla yaş aktı gözümden, sonra yanımda olaydı sarılırdım düşüncesi geçti. gerçi kendilerine ulaşamıyoruz bir türlü, yerini yurdunu öğrendim. zamanında görüşme imkanımız da vardı ama yoğunluğundan ötürü onu da gerçekleştiremedik. 

artık zamanı geldi sanırım. :)

tekrar tekrar teşekkür ederim uyumuycam! 

şimdi gelelim, kargo paketinin elime geçtiği ana: 
üstümde adım yazıyor. 
gönderen tarafında uyumuycam'ın adı. 
"evet Allahım! işte o gün!" diyerek yavaş yavaş açıyorum kargoyu. deliriyorum bağırmamak için. malum işyeri. sakin, ağırbaşlı kızı oynuyorum. genelde sakin değilim ama öyle bilinsin :P
bir adet zarf, bembeyaz, üstünde yine ismim var. 
açıyorum zarfı.
yine paketlere sarılmış bir şey. minicik. biraz yırtılıyor paket. içinden, yukarıdaki quetosu ve audrey hepburn'ün resminin bulunduğu minik bir magnet çıkıyor. :) ve ben "yuppuuuuuuuuuuuuuu" diye bağırıyorum için için. 
sonra, o yırtılan kağıttaki yazıyı okuyorum :) ve ağzım gülümsemekten tüm yüzümü kaplıyor. 

bir insanın, sizi tanımadan bu kadar değer vermesi umarım sizin de kafanıza düşer şıp diye. 
sözün özü bugün bu :) 

23 Kasım 2010 Salı

HOROVEL

agos gazetesi'nin mail grubuna üyeyim. bu cuma bir gösterim olacakmış. eğer ilgilenenler olursa diye yayınlamak istedim :



"Bir rüya gördüm.
Bu rüya, dünyaya geldiğim Ardahan’daki
Ermenilerden kalan evimizin ahır olarak kullandığımız
bölümü ile ilgiliydi.
Rüyamdaki ses, evin bu en değersizleştirilen bölümü ile ilgili bana hesap soruyordu “Neden bu oda bu kadar pis, neden bir zamanlar ekmeğimizi pişirdiğimiz bu taş ocak bugün ahırın bir parçası olarak kullanılıyor? Ve hatırlayamadığım daha birçok soru ile irkilerek uyandım. Henüz güneş doğmamıştı ki ahırdaki bu odaya doğru yürüdüm, ahırın kapısını açtım, ocağın başına geçip taşlara elimi sürdüm ve sustum ve düşündüm.
Bugüne kadar bizler Anadolu’yu resmi ağızlardan ve onlar tarafından resmileştirilerek mutlaklaştırılan ve millileştirilen tarihten öğrendik. Bu resmi ve mutlak tarihte sadece savaş ve Anadolu’yu sonradan yurt edinmiş olan hainler vardı. Yıllar önceki ismi “Bin tanrı ili” olan Anadolu’ya ait belleğimizi, bugün benim rüyalarıma kadar işleyen ve kendisinin dışındakini yok sayan bu tanımlamalar yüzünden yok ettik. Oysa bugün dinlediğimiz ” yıllardır kapanmış olan Kars-Ermenistan sınırındaki demiryolu istasyonunda uzun yıllar geçmesine rağmen bir gün geleceğine inandığı Türkiye’de ki dostunu bekleyen ermeni memurdan, Bir zamanlar sınırda tarla sürerken Ermenistan tarafındaki köylülere horovellerle atışmalar yapan Türkiyelilerin anlattığı resmi olmayan hikâyeler Anadolu’yu daha doğru tanımlıyor.
Bu projenin amacı Kars’tan başlayarak Iğdır’ın güney ucuna kadar süren Türkiye ve Ermenistan tarafındaki sınır köylerini dolaşarak sınırın her iki tarafındaki resmi olmayan bu sınır hikâyelerini dinlemek ve var olan sınırın arka planını anlamaya çalışmak. En önemlisi de tarihin yaşayan tek tanığı olan Anadolu’nun taşlarına ve toprağına yeniden el sürerek her geçen gün kaybettiğimiz belleğimizi yeniden canlandırmak."

ben sana topuklu ayakkabı alma demedim, yürüyemezsin dedim

bu üçüncü falan oluyor.

daha önce ki iki denememde başarısız olmuş, yürüyemiyor ve kamburum çıka çıka yürümeye çabalıyordum.
verdiğim paraya mı acıyayım, beğenip alıp da giyemediğime mi karar veremiyordum doğrusu.
ama kışın da pantolonun altına olmuyor uzunu. kısasını giymek lazım. ince olacak, saracak her tarafını.
çok uzun olmayacak topuğu, yürüyeceğin kadar alacaksın.
bazılarına imrenmiyor değilim bu konuda. ipincecik, upuzun topuklularla koşuşturuyorlar oradan oraya.
bir beceriksiz ben miyim bu ülkede bu konuda? ah very very sorry, tüm dünyada diyecektim.

yine aldım geçen gün. baktım, yürüyebiliyorum. koşacaktım ama yok, mekan dardı. zaten indirim vardı gittiğim yerde, tahmin edersiniz ki iş çıkışı olmasına rağmen bir yoğunluk bir yoğunluk.

kaptığım gibi botları ve bir adet çantayı, bayıldım paraları çıktım hemen hızla.
sonra taksideyken düşündüm. iyi mi yaptım almakla?
ya her pantolonumun altına uymazsa?
ya yürüyemezsem?
ya kayarsam ki sakarımdır :P

eeeee?
sıçtık işte o zaman.

bugün ilk defa giydim. tereddütlü adımlarla ilerledim her günkü geçtiğim yerlerden. servise bindikten ve iş yerine ayak bastıktan sonra rahat bir "ohhhhhhhhh" dedim. çünkü yerler halıfileks :) hal böyleyken (telefunken) rahat rahat koşuşturabiliyorum. tamı tamına iş kadını mode on bugün ruh halim.

hafif ve kalın topuklu olunca oluyormuş meğerse. fetişist çizme ya da bot almaya gerek yok. ama şu var ki o da çok acı bir gerçek küçük ayak parmacıklarım acımaya başladılar. vurmuyor da hani düşmemek için belli bir yere baskı yaparsınız ya işte baskı yaptığım ve yamulttuğum yerlerim küçük ayak parmaklarım oldu. acıyor abi acıyor. ağrı yok acı var rocky!

ben hep kendi kendime diyordum "topuklu ayakkabı, bot vesair al, al ama giyme. bulunsun. bakarsın hoş bir bey ile hoş bir akşam yemeğine çıktığın vakit işe yararlar."

du bakalım, daha hiç işe yaramadı aldıklarım bu uğurda. ama ölmek var dönmek yok! elbet, o topuklularla ve yakışıklı, hoş, nazik, centilmen, huzur veren biriyle bir akşam yemeğine çıkacağım. düşersem tutar elbet. :)

hem zaten neden var şu topuklu ayakkabılar? kadınlara işkence etmekten başka hiç bir halta yaramıyor. düşünsenize, sevgilinizin boyu hemen hemen sizinle, siz topuklu giyiyorsunuz ve adamdan uzun duruyorsunuz. oldu mu?
hayır.
ya da benim gibi sakarsınız ama bin bir heves ediyorsunuz giymek için. tam patronunuzun odasına gidecekken küttttt yere düşüyorsunuz kayıp topuklularla..
bir kere bu başıma geldi. o yüzden, bu topuklu ayakkabı kaosunu kim yarattıysa allah bildiği gibi etsin onu ne diyeyim.
topuklu giymezsen erkeklerin gözünde (çoğunun) seksi olamazsın.
babet giysen "babanem misin yarram?" derler. "bebek misin hanımkız?" derler en üsturuplu olanları.

e ne halt yiyeyim şimdi? ikisinin bir ortası olması gerek.
bence moda, insanın uzuvlarını acıtmayan şeyi giymesidir. o zaman topuklular ayağımı acıttığı için modam modamdır diyerek isyanımı belirtiyor ve bugünü es geçerek bir daha giymemek üzere rafa kaldırıyorum.

kadınsı olmak isterken kolumdan, bacağımdan, boynumdan olamam, kusura bakmasın kimsecikler!

22 Kasım 2010 Pazartesi

bu kadın sabah sabah neden gülüyor?

9 günlük -uyku- tatilimin arkasından sabahın kör vakti kalkıp işe gelmek nasıl bir mutluluktu benim için sizlere anlatamam. tüm tatil boyunca uyuyup, temizlik yapmak, kardeşimin atıklarını toplamak, locla fazla haşır neşir olmak, bulaşık yıkamayı hakikaten terapiden saymak, bayram tebriklerine, telefonlarına cevap yazmak ya da cevap vermek, tüm bunlardan geri kalan kısımda pc karşısında ya ferhan şensoy ya da bridget jones'u sar baştan onbininci kez izlemek.....

felaket yoruldum.

işte bile bu kadar yorulmuyordum. tamam tamam, bizler yeni nesil genç kadınlar, kariyer peşinde koşup, çocuk doğurmaktan tiksinen ve hatta çocuklara tahammül edemeyen, 30 yaş bunalımına erken giren, ne kariyerden ne de evlilik aşkından vazgeçemeyen, yemek pişirmesini, temizlik yapmasın, ütü yapmasını kısacası ev işlerinden anlamayan, anlamak istemeyen, "evlenince temizlikçi tutcam" diye bas bas bağıran bir nesiliz.

en azından benim çevremdekiler böyle.

çevremdekilerin dışında yine çevremde olup bu güruhtan olmayan, felaket derecede türk kızı olan kızlarımız da yok değil. bunları zaten onbin kere anlatmışımdır. artık öyle ıncık cıncık ettim ki etmeseydim içimde kalırdı gayet tabi.

bridget jones'u yüzbin kez izlememden ötürü artık repliklerini (hem de ingilizce :P), tavırlarını falan beynime kodlamış bulunmaktayım. hatta bu sabah, her sabah geçtiğim köprünün üstünden geçerken -ki fularımda vardı onun gibi boynumda :)- onun gibi salak salak gülümsüyordum. ama ne halt yemeye gülüyordum işte onu bilmiyorum. yani sabahlara kadar kimseyle beraber değildim, bir sevgilim bile yok (ühühühüh), 9 günlük tatil yormuş beni, bir tek cumartesi günü eğlenebildim.

eeeeeeee?

niye gülüyorsun sabahın kör vakti manyak kadın?!?!?!?!

inanın cevab veremedim. beni mutlu eden birşeyler mi var yoksa? ehihihihihih bilmem :)

aslında yokla var arası. yani artık bazı konulara çokça farklı yaklaşabiliyorum. pek olgunlaştım. zırlamadan da bir şeyleri yoluna sokabiliyor kadın kısmısı, nisa taifesi. ama yok. kadınlar sürekli duygu sömürüsü yaparak bir şeyleri elde eden varlıklardır. sürekli "peki hayatım" diyerek de elde edebilirler istediklerini.
-üstüne düşmeyeceksin ki o iş olacak ;)

ehehehe zeka küpü seni.

anlayamadığım çok nokta var. zaten bir boku da tam anlayabilsem eminim o gün nobel falan alacağım. neyse, kadınlar durmadan hemcinslerine akıl verip dururlar. ben niyeyse onlara çok fazla güvenemiyorum. yani arada çok çekememezlik oluyor sizlerin de bildiği üzere. ben, akıl verirken düşünüyorum :
-ya yanlış anlıyorsa beni?

evet, cidden düşünüyorum. ve bir başkası bana akıl verirken yine düşünüyorum.
-ya beni yolumdan saptırmaya çalışıyorsa?

çok şizofrenik değil mi? ama düşünüyorum ne yapayım? güven duygum tatmin olamıyor ne yazık ki. boşuna mı demişler "babana bile güvenmeyeceksin" diye. ben bu devirde babama güvenmezken, iki üç senedir arkadaşım olduğunu hatta ve hatta dostum olduğunu iddia edip "bana güvenebilirsin" diyen hemcinslerime sırlarımı ifşa edip, bir de üstüne akıl alacağım, öyle mi?

bir kaç kişi haricinde -ki onlar da bu yazıyı okuyunca anlayacaklar kendilerini- "eheheh evet evet, öyle" deyip geçiştiririm çoğunu. ne bileyim, çok iki yüzlü kadın var çevremde. hem ikiyüzlü hem de çok tehlikeli. o yüzden çenemi tutup, götümün üstüne oturmak en mantıklısı. ama şu var, neyse ki içim de bir dışımda bir. o içimin görüntüsü yüzüme yansımış. nurlanmış bir suratım var.

kova burcuyum ve ukalayım. yazın bunu bir kenara. sonra arkamdan holy şöyle, holy böyle diyen olursa alnını karışlarım :/

ilk mim! deepblueeagle'dan!

bugüne kadar hep bekledim. "ulen yeaa bi allahın kulu da çıkıp mimlemeyecek mi beni?" dedim ve sonunda hayallerim gerçek oldu :P. hayallerimi gerçek eden ise sevgili deepblueeagle :)

başlıyorum sorularıma ve cevaplarıma :

1-en sevdiğiniz kelime : damla
2-nefret ettiğiniz kelime : bilmiyorum. (bi de canımı eklerler ya sonuna, öldüresim geliyorrr)
3-ne sizi heyecanlandırır? : bildiğim ve sevdiğim bir konu hakkında yeni bir şey öğrenmek ya da onu bir başkasına öğretmek.
4-heyecanınızı ne öldürür? : hiç gereksiz insanların o anki heyecanıma karışması. yerle yeksan olurum yeminlen.
5-en sevdiğiniz ses : ney sesi.
6-nefret ettiğiniz ses : çocuk sesi (linç edin hadi beni :P)
7-hangi mesleği yapmak istemezsiniz? : inşaatçı olmayı istemezdim.
8-hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz? : geceleri herkes uyurken bir ruh edasıyla tek tek evleri dolaşıp, merak ettiklerimin alınlarını ellerimi koyup, gördükleri rüyaları ya da şöyle diyeyim bilinçaltında ne var ne yok bilmek isterdim. bazen görünmez olmayı da istemiyor değilim :) zamanı da durdurmak isterdim. bu soruyu kim sordu bana?????
9-kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz? : AUDREY HEPBURN :) ama ünlü düşünür Tarkan'ın şarkısında belirttiği gibi : başkası olma kendin ol :)
10-nerede yaşamak isterdiniz? : londra
11-en önemli kusurunuz : çenemi tutamamak.
12-size en fazla keyif veren kötü huyunuz : çok uyumak. narkoleptik olduğumu düşünüyorum artık.
13-kahramanınız kim? : mamoru chiba
14-en çok kullandığınız kötü kelime : biliyorum.
15-şu anki ruh haliniz : uykulu ve neşeli
16-hayat felsefenizi hangi slogan özetler : parayı bulana kadar komünist, kocayı bulana kadar feministim.
17-mutluluk rüyanız : bu benim için çok dallı budaklı bir soru. şifacı olmak isterdim. tüm mutsuz insanlara -gerçekten- elimden ne geliyorsa, ne yapacaksam onların iyiliği için onu yapmak isterdim.
18-sizce mutsuzluğun tanımı : hayallerimin suya düşmesi.
19-nasıl ölmek isterdiniz? : dedem gibi, sessiz sedasız, hastalıksız bir şekilde. kimseye muhtaç kalmadan ve arkamda iyi insanlar bırakarak.
20-öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz? : afferin kızım, seninle hep gurur duydum.

benden bu kadar, şimdi gelelim MİMlediklerime :
neşeli kızak
bahar kokuları
mavi sözcük, mor cümle
uyumucam
ludmilla
persephone
unicim :)
lacrymosa
girl with the red baloon
telekinesis
bal böcükleri

hepiniz bu sorulara cevap veriniz lütfen..
öptüm..

21 Kasım 2010 Pazar

lili lili marlen lili yar

dün "new york'ta beş minare"yi izledim. hacı karakterini fethullah gülen olarak algılayan insanlar çokçaydı. doğrudur, öncesini bilen için, izlediği her kare gülen'i çağrıştırabilir. lafım yok. konunun derinliğini bilemediğim ve sürekli etrafımda "cemaatten" insanlar bulunduğu için gülen'i farklı tanıyordum işin aslı. cemaatten değilim. olmaya niyetim yok. ama cemaattekiler öyle bir ilahlaştırmışlar ki.. yani insan "nasıl müslüman la bunlar?" diyebiliyor ya da düşünebiliyor. 


sohbetlerine bir kere gittim. ünlüdür sohbetleri, herkes bilir. benim gitme nedenim "acaba derinliği olan konular nedir? ne konuşuluyor? havas öğretiliyor mu?" gibi sorulardı beynimi yiyen. ve gittim. önce "sözler" adlı kitaptan "namazın önemi" okundu ve okuyan abla (benimle yaşıttı) kitabın cümlelerini tekrar eden cümlelerle açıklama yaptı, sonrasında gelen öz abla (o da yaşıttı benimle) işi bir anda maneviyattan maddiyata çevirdi. bu benim aklıma gelebilecek en son konulardan biriydi. madem işin içinde sohbet var, manevi bir sohbet olması gerekir diye düşünüyordum. 


aklımı karıştıran "binlerce" soru ile çıktık sohbetten. hala daha aklımı karıştırıyor ya.. 


mesela "neden" yurtdışında o toplanan "maddi desteklerle" açılan okullar oluyor da güneydoğuda olmuyor hiç birşey? en çok takılan bu kafama. onlar bizden değil mi? binbir sefaletle gitmeye çalışıyor okullarına, kız çocukları okutulmuyor, erken yaşta evlendiriliyorlar bir kaç kuruşa.. hepsi "ünzile" 


bu ülkede çok tarikat ve cemaat var. herkes mezhep kendi içinde tarikatlara bölünmüş. kimseye zararı olmayana, dinini öğretene lafım asla olmaz. ama manyakça zikir çektirenlere, "allah yolunda cihat eyleyin, öldürün" diyenlere..... 


bunlar kuran-ı kerim'i nasıl okumuş insanlar merak ediyorum. hz. muhammed (s.a.v) efendimiz böyle değilken, nasıl olur da kendilerini islam yolunda birer ölüm makinesi haline getirebiliyorlar?


"leküm diniküm veliyedin" 
başka da diyecek sözüm yok. 


bir film izleyip yine kendimi buralarda bulmam şaşılmayacak şey. 


filmi geçip, "içinden tramvay geçen şarkı" adlı ferhan şensoy oyununa atlıyorum izninizle. ferhan şensoy dahidir benim için. "kızını dövmeyen dizini döver" adlı eşsiz filmde her ne kadar sapık rolünde olup, midemi bulandırsa da seviyorum. 
karl valetin - elizabeth bilmem ne

karl valetin'in hayatından kesitler sunan, almanya'ya göndermeler yapan, karı koca ilişkilerine takan, yaşanan fakirlik hakkında bizi güldürürken düşündüren bir oyun. pek severek izledim. 


size minik bir kuple oyundan :


biz eskiden bugünü
daha pembe ummuştuk
meğer kader
cilvesiz normal kader
çok garip
çok lodos
bir sonbahar
tevekkülle karşıladık lili yar
lili lili marlen
lili yar
paldır küldür dürüldü
romantizmin defteri
dinamiti icat etti
alfred nobel
ona nobel verilmedi
bisiklet icat oldu
mertlik bozuldu
komandolar türedi
wagner’in lirizmi
nihilizm’den beklenmedik netice
tufa’ya geldi nitçe
fiziği altüst etti
radyoaktivite
radyolardan duyduk biz
potemkin gümbürtüsünü
biz eskiden bugünü
gayet pembe ummuştuk
aldatıldık mı yoksa
yoksa 
yoksa
beraber mi aldandık
soru işareti


kafamda binlerce soru işaretiyle gününüz hayrolsun, aydın olsun diyorum... 

18 Kasım 2010 Perşembe

baba hediyesi

cipralex'ten sonra en hızlı rapçileri geçtim. inanılmaz hızlı ve duraksamadan konuşabiliyor ve derdimi sıkılmadan anlatabiliyorum. he, karşımdaki beni anlıyor mu işte onu bilmiyorum. huyum kurusun fazla konuşkanımdır. bu cipralex'ten önce de böyleydi. ama biraz duraksar, biraz kekelerdim. tüm sıkıntım içimdeymiş.

dün gece, yine bu saatlerde Allah sizi inandırsın çenem durmuyordu. tıpkı, derya baykal'ın fişne pahçesu'nda konuştuğu gibi konuşuyordum ki annem banyoya, babam odasına kaçtı. tamam, annem kaçtı gitti, ama babamın yakasından tutmamla "dur bi dakka yeaa, sana terapistimle olan konuşmamı anlatmadım daha otur bi soluklan yiğenim" derken, onu gördüm. babamın odasına fazla girmem işin açıkçası. herkesin özeli, gizlisi, zartı zurtu var. o sağolsun benim odama dalar, izinsiz kitaplarımı yürütür falan filan ama neyse. babam sonuçta, bana Allah'tan sonra can vermiş.

öhüm neyse babamı yakaladığım an onu gördüm. bir heykel. hz. isa, hz. yakup ve hz. meryem ana'nın bulunduğu heykelciği. "baba lütfen benim olsun n'olur! bak konuşmaya devam ederim yoksa!" diye tehdit etmeme rağmen suratıma kapısın kapattı. heykelimi alamadım. heykel de değil gerçi biblo.
meryem - bebek isa - vaftizci yahya

islamiyet'e göre heykel, resim ve benzeri şeyler günah. yasak. bu kuran-ı kerim'de yazıyor mu bilmiyorum ama eğer hadislerde varsa inanasım gelmiyor bazı hadislere. uydurma ve sakat olan çok hadis var. öyle şeyler bulunan eve melekler girmezmiş diye de bir hurafe var. böyle birşeyin olduğuna inanmıyorum. inanasım gelmiyor çünkü. Rabbim bize heykel ya da resim yapma gücü vermişse, öyle bir kabiliyetimiz varsa neden evlerimizi süslemesin ki?

babam bugün o bibloyu bana verdi. üç büyük dine inanan bir insan olarak hemen temizledim ve yatağımın karşısına koydum. hz. muhammed efendimiz (s.a.v) biblosu ya da resmi olmadığı için onu yürekten anıyorum. Allah biliyor ya içimi neyse...

insanları, dinlerine ve mezheplerine göre ayıran insanlardan nefret ediyorum. din tartışması yapanlara gıcık oluyorum. en iyi arkadaşım ermeni ve hristiyan deyince "aaa türkçe biliyor mu?" diyenleri de öldüresim geliyor.

ben Allah'ın varlığına ve birliğine, O'nun peygamberlerine inanan ve iman eden bir insansam geriye kalan insanlığımı da yaparım. insan ayırırım evet. ayırmam demiyorum. bir boktan anlamayanları silme gibi huylarım vardır. mesela "en doğrusunu ben bilirim" insanlarından nefret ederim. halbuse bir bok bildiği yoktur salağın.

ne bileyim, ben mi fazla takıyorum yoksa bunlar önemsiz şeyler mi, yoksa bana lazım olmayan şeyler mi bilmiyorum. ama içim öyle dolu ki. saçma sapan kavganın ortasına düşmüşüm gibi geliyor.

hristiyan, musevi ya da müslüman.. damarıma basmadıkları sürece hepsi benim kardeşim..

hepimiz biriz. hiçbirimizin birbirinden farkı yok!

.........
thunderbolt,


have a nice bairams! yaaa var ya bu bayramda :
1-ev kadını olmadığıma şükrettim. eğer olaydım kocam gelen su faturalarından ötürü anamı....
2-tüm gün tv izlemek bir boka yaramıyor. gerçi izlemiyorum, babanem izliyor ben dinliyorum..
3-vitamin hapı içiyorum. yedikçe yiyesim geliyor. 
4-sıkıcı. herşey hem de. 4 adet ferhan şensoy oyunu, 3 adet farklı filmi ve 2 kere de frijitimi izledim. ama sıkıcı.


9 günlük tatil bana yaramadı. filozoflaştım çokça.. 


bayramdan sonra görüşürük.. 


pisi : avo, hrant dink ile ilgili yazımı pek beğenmiş. ama absürd ve saçma ingilizcemle çevirdiğim için anlamadığı yerler olmuş. olsun. beni anlayıp, yüreğimi gördü ya... 


2.pisi : hemşince öğrencem. çat pat yazabiliyom ingilizceyi yeter da, hemşince öğrencem.. 


sevgiler 
witchgillerden holy kız.. 

14 Kasım 2010 Pazar

sizce neye göre?

sabahın sekizinde uyandım.

nedense hürriyet ya da milliyet hadi atıyorum sabah gazetesinden önce şalom gazetesini açtım. sanıyorum midem artık popo, göğüs, sosyete triosunu görmeyi kaldırmıyor. yine tilda levi'yi okudum. yine hayallere daldım. artık ne yapmak istediğimden eminim. sadece biraz daha fazla çalışmam gerekiyor. bir yerlere gelebilmek, birilerini kendine idol olarak seçmek çok mühim. çünkü seçtiğin insanların, gerçekten de doğru düzgün insanlar olması gerekli.

ukalalıktan değil ama kendi yaşıtım ya da benden bir kaç yaş küçük "gençlere" bakınca kendimi sorguluyorum. "Allah'ım, ben mi fazla ideolojik takılıyorum, yoksa onlar mı çok hedonistler?". soruma, kendi çapımda cevap bulamıyorum. her insanın farklı amaçları, emelleri olduğunun da farkındayım. ama kendim gibi olanları yanımda istiyorum. ne bileyim, seçim işte bu da bir nevi. feysbuk profilinde absürd, saçma sapan videolar paylaşanları gördükçe "hmmm" lamak gelmiyor değil içimden. "neye göre seçtim ki?" diyorum bazen. "neye göre?"

evet "neye göre?"

neye göre yaşıyor ya da yaşamaya çalışıyoruz? sırf çalışmak, para kazanmak için çalışanlardan biriyim. para kazanayım, istediklerimi alayım. maddiyatçıyım. ama dünyanın düzeni bu. çevremdeki herkes böyle. sırf maddiyat uğruna çalışıyoruz. işimi sevmiyor değilim, zorluğuyla da seviyorum ama...

şu bünye artık bazı haksızlıklara tahammül edemiyor. kendime yapılana değil, en yakınımdaki ve en sevdiklerime yapılanlara... ayrımcılığa, eşitsizliğe dayanamıyorum. çok yüksek tahsilli amma velakin kafası çalışmayan, bir boktan anlamayan öyle çok insan var ki.. ne siz sorun ne ben size bu konuyu derinlemesine anlatayım. çünkü sıkılırsınız. sizi sıkmak istemem.

bilmiyorum, ileride calamity jane olursam ki bu holy jane olur ancak, işte o zaman komünholy de diye bilirsiniz.
her ne kadar paraları saçıp savursam da...

...........
parev thunderbolt
sana uzun zamandır yazamadım. biliyorum, sıkılıyorum thunderbolt.. 
gördükçe haksızlıkları, sıkılıyorum. 
her türlü haksızlıktan sıkılıyorum.
"bana dokunmayan yılan bin yaşasın! holey!" diyemiyorum... 
sıkıyorlar beni, acıyor canım. onlar bilmiyorlar. 
insanlar, umursamaz olduğumu düşünüyorlar halbuse yanılıyorlar. 
umursuyorum ama acımıyorum. 
acınacak hale düşerim o zaman. 
işte böyle thunderbolt... 
bir de seni öyle özledim ki.. 
işte böyle...


holy can.. 

12 Kasım 2010 Cuma

"başka" türlü şeyler

kitapyurdu.com adresinin daimi üyeleri arasındayım. bana sundukları bir çok indirimden çok fazlasıyla yararlanıyorum. kitap almayı, okumayı obsesiflik haline getirmiş bir bağyanım artık. iki adet kitaplığım var Allah sizi inandırsın ama yine de "acaba raf mı yapsam duvarlara? n'etsem de bu kitaplar, nereye koysam, nasıl olcek" falan diye diye düşüncelere gark oluyorum. 


yine kitapyurdu.com'u dolaşırken "size önerebileceğimiz kitaplar"a baktım. tarihi, roman, psikoloji falan derken kahraman tazeoğlu'nun "başka - ayrılık ayrı, aşk bitişik yazılır" adlı kitabıyla tanıştım. kitapyurdu.com'un bir özelliği -ki başka sitelerde var mıdır bilmiyorum- iç sayfalarından çeşitli pasajlar sunması. okudum. ve evet "kesinlikle almam ge-re-ki-yor!" diyerek sepetimin içine attım. 


kitapyurdu.com'dan alana kadar dün akşam gittim inkılap kitabevi'nden aldım. beni ilk çeken şey okuduğum pasajlardı,  ama kitabın içeriği bambaşka.. minik notlar, minik mısralar var bazı sayfalarında. aslında farkettim, böyle kitapları daha çok seviyorum. yani dümdüz yazıdan çok araya yazarın notları ya da yazarın kendi çizdiği bir takım şeyleri serpiştirmesi çok hoş birşey. sanırım bir kitap çıkaracağım vakit ben de böyle birşey yapacağım. zaten canım acayip bir şekilde karakalem çalışmak istiyor. 


yazarımız kahraman tazeoğlu'nu bilenler şiirleriyle biliyorlar. son zamanlarda kendisini hikaye ve romana adar olmuş. eğer feysbuk kullanıcısıysanız;


http://www.facebook.com/kahramantazeoglu


kendisinin hayran sayfasıdır. şiirleri ve kitapları hakkında bilgi alabilirsiniz. 


şiir sevmediğim için kitapevlerinde şiir kısmını es geçerim her daim. şiiri niye sevmiyorum bir fikrim yok. böyle lisedeyken platonik aşk yaşayan ya da çıktığı birileri olan kızlar hep şiir okur, şiir yazarlardı. bu da ben de antipati uyandırdı sanıyorum ki. bir ara çok zorladım şiir okuyayım, yazayım hatta falan diye ama olmadı. şu ana kadar yazdığım tek şiir, 3. sınıfa giderken ki;
"23 nisan gelince
kapılırız sevince
büyükler bizlerle övünür,
bayramımız geldi şenlik yaptık diye" den öteye ne yazık ki geçemedi. 


herkesin ilgi alanı kendine zati. ben karışmam, sizin de bana karışmanızdan hoşlanmam. bunu da niye yazdım bir fikrim yok ne yazık ki :/ 
........
dün akşam ntv'de mirgün cabas'ın programında ece temelkuran ve fatma bostan ünsal vardı. konu; ilköğretim çağındaki kız çocuklarının baş örtüsü takıp takamayacağı konusuydu. fatma bostan ünsal hanımı ilk defa gördüm ve evet edebimle dinledim. ama ece temelkuran, fatma hanım'ın söylediği her anlamlı söze haklı sözlerle, haklı cümleler kurarak cevap verdi. hukuken reşit olma yaşının 18 olması halinde nasıl olurdu ilköğretim çağındaki kız çocuklarının kendi kararları neticesiyle kapandığını anlayamadığını vurguladı. etkilenme olabilir ve zaten gidişat artık "türban"a doğru gidiyor. türban karşıtı asla değilim. olmam. en yakınlarımın arasında türbanlılar mevcut. bu bir seçimdir neticede. ve yine Allah'ın emridir eğer islam'a inanıyorsan. ama bunu tutup da 12 yaşındaki bir kız çocuğu için "kendi kararıdır" dersen yemez kimse. 
mirgün cabas - ece temelkuran
yine ece temelkuran'ın, fatma hanım'ın benzetmelerine karşılık verdiği bir anda dikkatimi birşey çekti. ve bugüne kadar asla düşünmemiştim. 
alevi çocuklar, okullarda sunni mezhebini öğreniyor. hadi, hristiyansın ister çıkarsın dersten ister çıkmazsın. ama aleviler oturup dinliyorlar. bugün, sahakyan ya da başka ermeni okulları ya da musevi okulları olsun, kendi çocuklarını alıp eğitebilirken kendi dinleri altında, neden alevilerde böyle bir şey yok? herkes inandığı dini, mezhebi bence çok çok iyi yaşayamıyor bu ülkede. ve bu benim aklıma -aleviler için- yeni geliyor. 


yeri geliyor namaz kılana "gösteriş için kılıyor, iyi davransan insanlara, hayvanlara ve tüm canlılara, yine cennete gidersin" diyenler çıkıyor, yeri geliyor hristiyan ya da museviler için "ülkeyi yönetip paraları cebellezi edenler" diye iğrenç cümleler kuruluyor. ve evet, aleviler içinse "kızıbaş onlar, mum söndü oynayıp neler yapıyorlar?" deniliyor. ve bu ülkede kimse dinini, mezhebini yaşayamıyor doğru düzgün. 


hatalıysam lütfen mail atın. 

10 Kasım 2010 Çarşamba

Mavi Sözcük, Mor cümle: Kasım 10

Mavi Sözcük, Mor cümle: Kasım 10: "İlkokul 4'e falan gidiyorum, Bozkurt diye bir kitabı aldırmışım bizimkilere. Nihayetinde memur çocuğuyum, o zamandan bilirim aileyi ekonomik..."

sadece bir günlüğüne kemalistiz

metalaştırdık Atatürk'ü.

eskiden 10 kasımlarda simsiyah giyinmeye özen gösterirdim. atamın yasını tutuyordum. 09:05 te gözyaşlarıma hakim olamazdım. bütün gün ağlardım. ama türkiye, iyi bir önderini, çalışkan bir insanını kaybettiği için değil, mustafa kemal için ağlardım. sonuçta o da nefes alıp, şarkı söyleyen, dinleyen, güzel yüzlü, yakışıklı bir insandı.

ve öldü.

sonra ki yıllarda canımdan çok sevdiğim dedemi kaybettim. dedemdi benim. yasını en fazla bir hafta tuttum. sadece cenazesinde simsiyah giyinmiştim. kefeninin içinde öylece, dimdik duran ayakları hiç bir zaman gözümün önünden gitmiyor. artık alıştım onsuzluğa ve ne gariptir ki sadece gülümsüyorum onunla geçirdiğim günler akılma gelince.

artık 10 kasımlarda, saygı duruşunda ağlamıyorum. düşününce atatürk rozeti takmak, masaya atatürk fotoğrafı koymak, atatürk imzalı dövme yaptırmak... vesaire şeylerin hepsi kimseyi kemalist yapmıyor. masamda duran minik atatürk resmine her gün bakıp "ah atam ah, şimdi ki halimiz ne boktan!" demiyorum bile. bir resim. meta. atayı metalaştırdınız hepiniz. "kemalistim, atatürkçüyüm" diyenlere saygı duymuyorum. duymayacağım. o da senin benim gibi biriydi. rozetini takmakla onun gösterdiği yoldan gittiğini mi düşünüyorsun? yanlış.

her resmi kuruluşta atatürk portresi var. hangi resmi kurum doğru düzgün çalışıyor? iktidar yanlılarının yandaşlarıyla dolu devlet daireleri. burada kimseyi "görüşlerinden ötürü" yargılama hakkına sahip değilim ama o duvarlarda duran ata portresi sadece atanın metalaştırılmış hali. bir yasa var ve koymak zorundasın onu oraya. o bunu ister miydi?

bence hayır.

29 ekim zamanı "profil resimlerinizi atatürk ile doldurmayın, yapmacık oluyorsunuz" dediğim için herkes üstüme üstüme geldi. şeriat yanlısı, kemalist olmadığımı söylediler. alakayı çözemedim. atatürk resmini bugün de koymayacağım. bu atayı sevmediğim anlamına gelmez. kusura bakmayın ama dedemi atatürkten daha çok seviyorum. o zaman her zaman dedemin fotoğrafının durması gerekir profil fotoğrafımda.

işte benim hazmedemediğim nokta bu. önemli gün ve haftalarda herkes değişip, kemalist falan oluyor. diğer zamanlarda adam sendeciliğe vuruyorlar işi. belki onun gibisi bir daha gelmez, belki bizi bombok bir durumdan harika bir duruma getirdi. işin o boyutunu düşünmek beni aşar çünkü emme basma tulumba gibi okullarda öğretilen tarihi bilgilerin doğruluğundan emin değilim. zoraki öğrendiğimiz "yunanlıları denize attık. şapka kullandık" falan filan.. "almanlar yenilince biz de yenilmiş sayıldık"...

11 senemiz bunlarla geçmedi mi? tarihi bir hikaye gibi öğrenmedik mi? şimdi o tarihi hikaye gibi yalayıp yutanlar atanın resmini koyuyorlar profillerine. koysunlar. saygım var. ama onun da dediği gibi;

"BENİM NÂCİZ VÜCÛDUM ELBET BİR GÜN TOPRAK OLACAKTIR;
FAKAT, TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR KALACAKTIR"
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

siz bence türkiye cumhuriyeti'ni payidar tutmaya bakın. atatürkün fotoğraflarını, sözlerini oraya buraya yazmakla türkiye cumhuriyeti ne yazık ki payidar kalamaz. 

nur içinde yat mustafa kemal... 

8 Kasım 2010 Pazartesi

hepimiz sonradan görme ermeniyiz

"chris'e ve tüm sevdiğim ermenilere"

19 ocak yaklaşmadan önce bu yazıyı yazmam gerekiyordu. çünkü 19 ocak geldiği vakit aynı, 29 ekimlerde, 10 kasımlarda, 24 ocaklarda olduğu gibi statülerde günün anlam ve mahiyetini anlatan yazılar olacak, yine önemli gün ve haftalarda kullanan resimler konulacak hrant'ın ya da bir güvercinin resmi süsleyecek profil resimlerini.  feysbuk milliyetçisi, hürriyetçisi, cumhuriyetçisi, hümanisti, feministi, komünisti, şeriat yanlısı ya da hiç bir haltı değilim. bu yüzden yazmam gerekiyordu.

HRANT adı ile Tuba Çandar bir kitap yazdı. kitabı çok incelemedim. ama içinde hrant'ı tanıyanlarla ilgili yazılar var. okumak için can attığım ve kitaplığımın baş köşesinde duracak bir kitap olacak aldığım zaman.

hrant dink, vurulmadan önce ne agos'u ne de kendisini tanıyordum. anca arada yahudilerin şalom gazetesini okuyordum o kadar. neden agos hiç karşıma çıkmadı ya da çıktı da ben mi farkına varamadım bilmiyorum. ama bilemediğim ve farketmediğim için kendime çok kızıyorum.


hrant dink'i, düşüncelerini serbestçe söyleyebildiği için sevdim. ne yaptığını bilmez bir mantürk "çocuk" tarafından vurulduğu ya da bu cinayetten sonra "hepimiz ermeniyiz" nidaları atıldığı için ve ruhum çoştuğu için değil. benim bir tarafım zaten hep ermeniydi. siz bilmiyorsunuz. ilkokuldan başlayarak, liseye kadar hatta iş yerinde bile her zaman en iyi arkadaşlarım ermeniler oldu. komşularımız, en yakın dostlarımız ermeniydi. babanem fal bakmayı ermeni bir hanımdan öğrenmiş, dedem pastacı olurken ermenilerden ders almış, onların yanında çıraklık yapmıştı.

ilk kopyamı, ilkokul ikiye giderken "dini bayramlarımız nelerdir?" diye bir soruyu bilemediği için ermeni bir kıza vermiştim. "neden bilmiyorsun ki?" diye yargılamadan.

ilk kez kiliseye gidişim, ilk kez mum yakışım, haç takmak isteyişim hristiyan olmak isteyişimden değildi. içimden gelen bir dürtüydü. hz. isa'nın da Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna yürekten inanıyorsam, ayetel kürsi okuyup haç takmanın ya da namaz kılıp günde beş vakit bunun yanı sıra yine haç takmanın neresi yanlış olabilirdi ki? babama sordum, sadece "gösteriş" amaçlı düşünebileceklerini söyledi insanların ve takma dedi. babama niyeyse bu konularda çok güveniyorum. ufku geniş bir insan. iç karartmaz, söylediklerinin çoğu doğru çıkar o an size uyduruk gelse de...

hrant dink, beyaz adam'ın önünden geçerken adını andığım, duamı esirgemediğim, ne zaman cansız ayaklarını ve altı delik ayakkabılarını görürsem gözümün yaşardığı "insan". bunu bir arkadaşıma söylediğim vakit "şehitlerimize ağlamıyorsun da bıdı bıdı bıdı...." diye başlayıp devamını dinlemediğim bir cümle kurmaya başlayınca hayatımdan ayıklamam gereken insanlar olduğunun farkına vardım. şehitlerimize ağlayıp, her gün pkk için lanet yağdırmak mühim bir iş değil. mühim olan, bu kalleşliği yok edebilmek. sen bunu söylersen bana, ben senin yarın öbür gün başka bir şekilde, kendinden olmayan birini arkasından vuracağına inanırım.

19 ocak geldiği zaman, Hrant için kiliseye gidip mum yakıp, üç ihlas. bir fatiha okuyacağım ruhu şad olsun diye. o, her gördüğümüz güvercin kanadında, gözünde. belki güvercinin ağzında taşıdığı bir zeytin dalında.

hrant barıştı aslında.
sadece biz bunu zamanında bilemedik, sonradan hepimiz ermeni olduk.
ts tesutyun hrant..

6 Kasım 2010 Cumartesi

tesadüfen sabahen yazdım

tesadüflere her zaman inanırım. ne biliyim, o gün aklımdan bir şey geçiyordur bir de bakarım aklımdan geçirdiğim şey oluvermiş ya da aklımdan geçirdiğim kişiyi görüvermişimdir. rahmetli dedemle sıkı bir yeşilçam izleyicisi idik, o zamanlar da "dede, hissediyorum, bugün x filmi olacak" dediğim ve o gün x filmin çıktığı gün tv'de çok olmuştur.
hissikablel vuku buna mı deniyordu sanki?

ama bazı tesadüfler vardır ki, siz yaşamışsınızdır ve bilemezsiniz o anda. yaşarsınız o anı, ilerde, yıllar yıllar sonra bir konuşma esnasında "aaa evet, aaa gerçekten mi?" diye kelimeler ve cümlelerle şaşkınlığınızı belirtir, geriye kalanları içinize atarsınız. atmanız gerekiyordur çünkü o anda.

dün bir arkadaşımla dişçi mevzuunu konuşuyorduk. ilk defa 7 yaşımda dişçiye ah pardon diş hekimine gitmiş ve cesurca, ağlamadan, zırlamadan eve dönmüştüm. halen daha öyleyim. hani bazılarının o diş hekimi koltuğuna olan korkuları var ya, işte ondan ben de yok çok şükür. zevkli geliyor be! korkmuyorum. korkulacak hiç  bir şey yok çünkü. bugün saat 13:00 de yine o koltuğun üstünde oturuyor ya da yatıyor olacağım ve heyecanlıyım. bu arada diş hekimim bağyan, erkek değil. şimdi hemen fesatların aklına (ben de fesatım bişi olmaz) "heheh seni gidi seni, erkek ya, kesin hoş adamdır ondan gidiyosun böle güle oynaya diş hekimine" gibisinden şeyler gelebilir. alakası yok. diş hekimim ve ben tıpkısının aynısı iki bağyanız. ikimiz de hırçın, ukala, bazen aksi olabiliyoruz. cipralexten sonra çenemin durmayışını da göz önünde bulundurursak onunla çeşitli avm'lerde fink ata da biliriz. kendisi zevkli bir kadın.

dün bir arkadaşımla diş hekimi mevzunu konuşurken o arkadaşımın sesindeki heyecanı farkettim. adamcağız, çok ne bileyim, nasıl anlatayım aslında korkmuyor diş hekiminden ve o koltuktan. sadece durumu biraz kritik ve doktoru da iyi şeyler söylememiş. optimist holy olarak, kendisine telkinde bulundum hemen. istiyorsa benimkine gelebileceğini ve azar yiyebileceğini de ekleyip anlattım. ama uzakmış. canın cehenneme dedim. kaprisliyim demiştim size.

o arkadaş, aslan burcu ama nedense benim karşımda bu konuda aslan değil minik bir kediye dönüşüyor. işte, aslan burcu erkeğinin birinci falsosu :) her zaman güçlü görünmeyi seven, her zaman pohpohlanmayı seven arkadaş kedi oluveriyor. benim de egom bir tatmin oluyor ki sormayın. o anki düşüncelerimle eğleniyorum şu an düşünerek. eheheh şaka şaka. her boku şakaya vurmak da aslında "şaka" olmadığının göstergesi olabilir yaptıklarımın.

bu saçma yazıyı, aslında daha farklı, daha duygusal yazacaktım. çünkü üstümde pembe kalpli sabahlığım var. ama olmuyor, duygusuzlaştım, ağlayamıyorum. bridget jones sendromuna yakalanmış ve mark darcy'sini bekleyen, 30 yaş sendromuna 4 yıl erken girmiş genç bir kadının sabahın köründe yazdıkları ve sizin de okuduğunuz zaman "aptal" diyebileceğiniz bir kadınım işte.

tesadüftü değil mi konu? tesadüf, Allah'a şükrediyorum ki o beni sevindiren tesadüfleri iyi ki şu son bir kaç ay içinde duydum. zamanında bir boka yaramayacaklardı çünkü.

benden bu kadar. afyonum patladı evet. konuşmayın arkamdan!

bu arada rüyada jack nicholson'ı görmek ne demek? çok tatlıydı yaa, bu adamla ölmeden önce tanışmak istiyorum. (rüyalarda yaşıyor bazı aptallar)

all work and no play makes jack a dull boy

5 Kasım 2010 Cuma

görmüş geçirmişler

"kocayı bulana kadar feministim" düsturum halen daha yerinde durmakta. 

ayrıca bekar hayatı da çok güzel. ama 30 yaş sendromu diye bir şey var ve bu beni korkutuyor açıkçası. açıkçası 30'umdan sonra kılı kırk yarıp, herkese everest'in tepesinden bakıp "aman arabası yok, evi yok, burnunda kıl var, tepesi kel" diye ayrım yapmak istemiyorum. 30'umdan sonra çocuk doğurup anneannesi kıvamında bir anne de olmak istemiyorum. galiba ben 30 yaş sendromuna çok erken girdim. durum vahim.

aman ne vahimi be! ben çocukları seviyor muyum?
hayır.
sabi sübyanın ağlayıp zırlaması, her dakika oyun istemesi, boklu bezlerini değiştirmek, parka götürüp sallamak beni zevkten dört köşe yapabilecek zevklerim arasına girer mi?
hayır.
evlenip barklanıp, evin faturalarını ödemek, her akşam hatturu hutturu koşup eve gelip yemek yapmak, ütü yapmak ki yapamıyorum kırışık oluyor, hafta sonlarımı ev temizliğine ayırmak, istediğim şeyleri "aman paramız bitmesin ay sonuna kadar yetinelim" diye alamamak beni deli etmez mi?
evet.
kitap okuyacağım, yazı yazacağım zamanımın bir çocuk, bir adam tarafından çalınması nasıl bir duygu olur, nasıl bir travma yaşatır bana merak etmek istemiyor hatta bilmek dahi istemiyorum!

ama tüm bunların yanında, girdim bu sendroma. her ne kadar girmedim desem de..

şimdi, günümüz erkeklerinden istisna olanlar hariç bir çoğu günü birlik yani one night stand  modunda dolaşıyorlar. tavlarlarsa ne ala, yoksa nınınınınnın!!!

bir de one night stand mode on dışında bir güruh var. yaşını başını almış, hakikaten "yerim seni mark darcy" kılığındaki beylerden bahsetmek istiyorum. görmüş geçirmiş insanlardır çoğu. ağırdırlar. sevebiliceğiniz ve güvenebileceğiniz insanlardır. hatta seversiniz. hatta aşık bile olursunuz bir iki, üç buluşmadan sonra. ama hayatın acı bir tarafı var. karşı cinsten iki canlı birlikte çıkıp dolaşıyorsa ve türkiye'de yaşıyorsa belli bir süre sonra işler değişiyor. karşı cinsimizin nisa kısmısı "bu kadar uyumluyuz madem, bu iş nikah masasında bitmeli" diye düşünüyor ve yansıtıyor bunu karşı tarafa. adam, her ne kadar size "belden aşşan beni ilgilendirmiyor sevgilim, aslında var ya, aslında offf" diye bir intiba bıraksa da üstünüzde her erkek gibi belden aşşa şeyleri düşünüyordur. düşünmeyen adamlar numunedir. seven, sevilen her erkek ister. önemli olan nisa kısmısının ayağını denk almasıdır. zaten ayağını denk alırsan o adamın gözünde bir numara olursun eğer o adam namuslu ise one night stand modunda değilse. tüm mesele bu. senin ayağını denk almanda bitiyor iş.

he rahat duramayan bir hatunsan o zaman zaten adamın gözünde "o kadın" olursun. bu kuraldır türkiye'de. abd ve ingiltere'ye bakmak bizi muasır medeniyetlerin seviyesine çıkartmaz bu konuda. ya da ben bu konuda çok katıyım. gerçi herkesin kendi hayatı ve her koyun kendi bacağından asılır. asıl demek istediğim siz "özet geç lan piç" demeden önce şu :
ne olursa olsun, erkek milletini elinden kaçırmamak için, onunla evlenebilmek için her dediğini yapma. sev, sonuna kadar sev. anaçlık yapmadan sev. annesinden ilgi gördü o zaten. görmediyse gösterirsin sorun değil. ama ağzını burnunu sokakta herkesin ortasında silme. karşıdan karşıya geçerken elini tutma, "araba geliyooo aşkııaamm" diye bağırma. ve bir de, öyle görmüş geçirmiş erkeklere zınk diye "evlilik" deme. adam bu zamana kadar niye evlenmemiş olabilir sence? rahatı yerinde, istediği gibi müzmin bir hayat yaşıyor. şimdi evlenecek ve yukarıda yazdığım şeyleri yapmak zorunda kalacak. tek taraflı olmamak lazım. ve ben hak veriyorum da. ben bunlardan vazgeçemezken adamın vazgeçmesi çok mu kolay?
değil.
tüm bu yazdıklarımla benim hiç bir alakam yok bunu belirteyim. üst düzey yönetici bir sevgilim olmadı ya da 30 küsür yaşında biri. yalnızca gördüklerim, duyduklarım beni bunları yazmaya iteledi. yani elalemin derdi beni gerdi sabah sabah.

.........
thunderbolt, 


ne diyeyim ki şimdi? başım çok ağrıyor. gülse birsel tadında olmadı yukarıdaki yazı. adeta bir ilhan uçkan oldum. ilişki doktoruyum ya! ulan kelin merhemi olaydı kendi başına sürerdi. öyle değil mi?
ben de o merhemden yok işte. ama niyeyse nasihat vermek kolay. zaten bekara koca boşamak da kolay. 
bekarlık yeminlen sultanlık. ohhhhhhh yan gel osman yat aşşa!


osman dedim de, çocuk sevgim zıpladı. emir berke zincidi off sen ne tatlı veletsin! 
yarın ya da pazar günü tekrarını verirler dizinin. izlerim bol bol osman'ımı. :)
"yatcaz kalkcaz yatcaz kalkcaz osman'ı izlicez"


görüşürüz thunderbolt


holy can.. 


pisi : avo'dan cevap yok. sanıyorum ki çok yoğun. 19 ocak yaklaşıyor. feysbuk cumhuriyetçilerinden sonra feysbuk hümanistleri hrant dink resimlerini koyarlar. "19 ocakta ne olmuştu?" diye statülerini doldururlar. bunlara anlam veremiyorum. ülkemizi feysbuktan ve tivitırdan kalkındırcaz, düzeleceğiz. 


i believe in that! 

4 Kasım 2010 Perşembe

çantanın içinde ne var?

tüm minik kızların sevdiği beslenme çantalarından
ilkokula giderken beslenme çantalarımız vardı. şimdiki çocukların var mıdır bilmiyorum. o beslenme çantasını taşımak, sırtımdaki defterlerden ve de kitaplardan olan çantayı taşımaktan daha da zor gelirdi. içinde hiç sevmediğim yiyeceklerden oluşmuş, tası tabağı evden çıkarken aldığım gibi eve geri getirirdim. annem her defasında "zıkkımın pekini yiyesice! örtmenin sana demiyo mu bunları ye diye!" bağırıp tüm ev halkının bana suçlayarak bakmasını sağlardı. peynir yemeyerek büyüdüm şimdi maşallahım var. yani hiçbir şey kaybetmedim. en kıl olduğum saatlerdi zaten beslenme saatleri. tüm sınıfı bir peynir efendime söyleyeyim bir yumurta kokusu sarar, herkes huppuru happuru yemeğini yerken ben mal mal izlerdim nasıl yediklerini. seçici bir insan olacağım işte o günlerden belliymiş.

o zaman ağırlığını fena hissettiğim beslenme çantasını, ilkokul bittiği vakit attım. artık bundan sonra kantin kızı olacaktım, dilediğim gibi tost, hamburger, patatesli ekmek yiyecek, kola içebilecektim. suyum her zaman yanımdaydı ama. suya para vermek aptallıktı benim için.

böyle böyle yıllar geçti. iş hayatı geldi peşi sıra. işte suyun, çayın hazır. getirenin, götürenin var. içmeme hakkına sahipsin. öğle yemeğinde yemekhanede yemek seçme hakkına da sahipsin. kimse sana "ye bak yemezsen kemik erimesi olursun allah korusun!" da demiyor. ama es geçilen bir şey var ki;

kahvaltı!

sabahın kör vakti kalktığımdan ve 15 dakikamı cilt bakımıma, diş bakımıma, lens takışıma harcamamdan ötürü kahvaltı yapmama zaman kalmıyor ne yazık ki. zaten o saatte de bir şey yiyecek halim olmuyor. mide bulantısıyla dışarı çıkıyorum. tok karnına içeceğim haplarımı aç karnına içiyorum. yolda giderken ya bir simit ya da bir tane poğaça alıyorum. her gün soda içtiğim için soda alıyorum ya da evde varsa evden getiriyorum. su az içtiğim için bir şişe suyum yanımda oluyor. eee bunları neyle götüreceğim? şıklık olsun diye bir douglas efendime söyleyeyim bir sevil parfümerinin minik çantalarının içine koyuyorum hepsini. evet, iş hayatımdaki beslenme çantam işte bu ve içindekiler de bunlardan ibaret. su, soda, yiyecek, bazen mp3 çalar ve kitap. çantamın içi öyle dolu oluyor ya da o günkü çantam minik olunca haliyle böyle bir güzel torba bulup içine bulduğum ve gereksinimim olanları atıveriyorum.

yani yaşamım boyunca hamallık yapacağım bunu anlamış oldum. muhakkak bir yerden ekstra birşeyler çıkacak hep. size şunu söyleyebilirim ki her türk kadını gibi şayet evlenirsem en az 5, en fazla 7 yıl sonra hem kendi çantam hem de koca bir bebek çantasıyla dolaşıyor olacağım. malum, beziydi, ıslak mendiliydi, yedek kıyafeti, maması, zartu zurtu ile dolu bir bebek çantası. bir yetişkinden çok daha fazla şeyleri oluyor bebeklerin, sabi sübyanların.

ömrüm hamallık etmekle geçecek... işte tüm mesele bu.

......
ben sana demiştim değil mi küçükken şımarıktım diye?
dedim. 
beslenme saatlerinden nefret ederek geçti beş senem. her gün ayrı bir şey getirmek zorundaydın. bir gün peynir günüydü, diğer gün helva, diğer gün köfte. ulan yapan var yapamayan var ne köftesi? o zaman ki öğretmenler hakikaten ayrımcıydı. yani bizim 3. ve 4. sınıftaki öğretmenimiz öyleydi en azından. isim vermeyeceğim ama kendini hiç iyi anmıyorum thunderbolt. bana iyi davrandığı halde iyi anmıyorum. peynir, zeytin, helva, domatesten nefret eden bir çocuk, nasıl olur da bunları zorla yiyebilirdi? yemeyerek eve götürürdüm, hatta bazen okulun bahçesindeki çöp tenekesine de atmışlığım olurdu. onları yemektense aç kalmak bin kat daha iyiydi çünkü. 


oofff zabanan neler de konuştum, anlattım? sıktım seni de thunderbolt. 


avoyla konuştum. ermeni  diasporası hakkında, ikimiz de birşeylerin yanlış yansıtıldığının farkındayız. 


öpüyorum hasretle
holy

3 Kasım 2010 Çarşamba

qualcuno ti ha gia detto che tu sei la ragazza piu bella del mondo?

işim gereği sıkça ve zorla telefonda ingilizce ve rusça konuşmaya çalışıyorum. "ni tu, çerez pol çisa x!" gibi belirli kalıpları öğrendim mesela rusça'da. bunlar yeterli oluyor benim için ama karşı taraf bakıyor bu hatun biliyor rusçayı, dayıyor isteklerini. en sonunda artık "du yu sipik ingliş?" deyip olaya son nokta koymayı amaçlarken "net" deyip olaya son noktayı karşı taraf koyuyor. 

ingilizceyi her ne kadar fluently olarak konuşamasam da en azından anlıyorum. anlıyorum ama konuşamıyorum yaa :( klişe bir kadınım ben. klişelerle örülü yaşamımda yine klişe bir şekilde biriyle tanışıp, klişe bir şekilde evlenip, klişe şekilde çocuk büyütüp, klişe şekilde kadın günlerine katılıp, klişe şekilde öbür dünyaya gitmeyi planlıyorum. klişe kadın konusuna inceden değindikten sonra vermek istediğim doğrusu yazmak istediğim şu : karşı tarafla konuşurken bazen utanırdım kendimden. "ulan, iki sene ingilizce kursuna gittin, hocaların "istesen kitap bile yazarsın" dediler, şimdi bu güvensizlik ve iki de bir çıkardığın "eee, üüü, hııı" sesleri niye?" diye düşünüyor ve utanıyordum. sonra fark ettim ki karşı taraf da iyi konuşamıyor, hata üstüne hata yapıyor. konuşma esnasında çok pis hata yakalarım, affetmem. bunu kendi patronumda çok iyi gözlemleyebiliyorum. ayaklı türkçe imla kılavuzluğundan ayaklı ingilizce - türkçe imla kılavuzu haline geldim. kılavuzdan çok aslında çevremdekiler kıl olduğumu düşünüyorlar. konuşmalarına feci şekilde karışıyormuşum. ben iyi türkçe konuştuğumu hatta yazdığımı düşünmüyorum ama niyeyse yanlış bir telaffuz ya da yanlış bir ses duyduğum vakit doğrusunu söylüyorum ve rahatlıyorum. insanını içindekileri boşaltması inanın harika bir şey. bana yapılsa niye yaptın diye yargılamam, dövmem kimseyi :P 

ferzan özpetek filmlerini izlememle "italyanca aşk başkadır" diye düşüncelere gark oldum. italyan erkeklerinin yakışıklılığı hak yemez, su götürmez bir gerçek. hani diyorlar ya türk erkekleri; rus kızları gelsin türk kızları gitsin diye. bence evladım, siz gidin rusya'ya, bizde italya'dan erkek gibi erkek ithal edelim. italyanca - türkçe konuşur anlaşır gideriz kendi aramızda. hem her kadın bir dil öğrenmiş olur. hani yine türk erkekleri diyorlar ya "dil dile değmeden dil öğrenilmez" diye, bak sayelerinde yepyeni bir dil de öğrenmiş olacağız. valla babamız, kardeşimiz, eski sevgililerimiz diye demiyorum ama türk erkeklerinin hepsi çok zeki be! sayelerinde harika kocalara, harika bir yaşama sahip olacağız.


ne yani, siz dalga falan geçtiğimi mi düşünüyorsunuz? hiç de dalga geçmiyorum. bu iş böyle abicim. adamlar suratımıza karşı resmen "s.....rip gidiniz" diyorlar ve biz hala sırıtıyoruz. tatil köylerinde rus hatunların oralarına buralarına bakarken yakaladığımız halde sesimizi çıkarmıyoruz. hatta bazıları var ki kadınların peşlerinden ülkelerine kadar gidebiliyorlar. ee sonra? sonrası var mı sizce? türk erkeği tanışmak ister, sevişmek ister. her erkek bunu ister ama hiç duymuyoruz yurtdışına çıkan kızın peşinden gelen yabancı erkekleri. neyse, kocayı bulana kadar feminist kalacağıma söz verdiğim için yazıyorum bunları =) yoksa işim olmaz hiç. aman çok da tın!!!!


........


thunderbolt
bak bu konuyu seninle irdelemem lazım. ya bu erkekler çok üç kağıtçı, çıkarları için herşeyleri yapabilecek kapasitede insanlar. bir de kadınlara "şeytan" demiyorlar mı? uffffffff bunu diyen herifin tam burnunun ortasına bir tane çarpmak istiyorum. 


erkek aldatırsa "bi kereden bişi olmaz" kadın aldatırsa "orospu" oluyor. ne farkımız var? bir kadını aldatmak erkeğin şanına yakışır bir şey mi? aldatan erkeklere taç mı takıyorlar? 


bir de şuna hasta oluyorum. her sevgilisinden bir kere isteyen herif, evleneceği kadının bakire olmasını istiyor yaa.. ulan davar, o zaman her sevgilinle yatma! aptallık yapıyorsun farkında değilsin. neden aptallık yaptığını da söylemiyeceğim sana. this is a secret çünkü :) bak, kadınlara şeytan diyenlere vurasım geliyor ama hakkaten şeytanız be thunderbolt, hakikaten :)


öptüm seni...
holy 

2 Kasım 2010 Salı

AUDREYHOLY

bunu koymazsam çatlardım :) audrey hepburn tutkumu, sevgimi bilmeyen kalmadı çevremde. bunu çok çok iyi bilen sevgili bilgi işlemcimiz bana bir sürpriz yapmış. :) demek ki audrey ile benim karışımımdan harika bir kadın çıkabilir. ehhh, üstünüze afiyet harika ötesi bir güzelliğe sahibim :)

audreyholy

günün konusu : küfür mü yakışıklı erkek mi?

Tanrım!

sorunsallar hiç bitmiyor. bu sabah bizim iş yerindeki kızlarla geyik yaparken işe yeni başlayan çocuğun yakışıklı olup olmadığını tartışıyorduk. kendileri şeye benziyor, ımm hani yaprak dökümü'nde necla'nın ölen kocası vardı ya cem hah işte aynı o. renkli gözler, incecik bir beden ve uzun bir boy... benim katı kurallarım olduğu için çocuğa alıcı gözle bile bakmadım. neyse, zati topu topu da bir kere gördüm. onunla başlayan geyik muhabbetimiz kısa zamanda "nasıl erkeklerden hoşlanırsın, hiç hoşlandığın tip denk geldi mi?" geyiğine dönüştü. hepimizin istekleri -tip olarak- farklı farklı ama bu zamana kadar hiç birimiz istediğimiz tipi bulamamışız bunu fark ettik. nişanlanma sürecinde olan bir arkadaşım her zaman uzun boylu birini isterken, şimdi kendi boyunda olan biriyle nişanlanıyor. ben ideal erkek tipimi anlatırken fark ettim ki hiç bir zaman ideal olmayanları sevmişim. kaybetme sorunum buradan kaynaklanıyor sanıyorum :/ ideal değil işte kızım ne uğraşıyorsun? değil mi ama?

tabi, benim için ideal tip mark darcy. onu ben pek çok pek çok severim. seviyorum da. ve inanıyorum colin firth her ne kadar o karakteri canlandırsa da gerçek hayatta bir mark darcy edemez. mr. darcy, ne kadar katı kurallara sahip de olsa karşısındaki onu incitse bile bir dakika geçmeden yapıcı bir insana dönüşebiliyor. mesela benim gibi kapris oranı yüksek bir kadını bile ehlileştirebilir. evet, bazıları hayallerde yaşıyor cano canlar. aha o hayallerde yaşayanlardan biri benim işte. chick literatürüne aday olmaya hazırım!

ertuğrul özkök
geçelim her zaman ki sıkıcı konuları ve gelelim bugünkü ertuğrul özkök yazısına. kendilerine karşı pek sevgim yok, okuduğum da söylenemez her yazısını. nedenleri bariz nedenler ama bu sabah oktay ekşi hakkında yazdıklarından sonra...

ne bileyim, haklılık oranı fazla. ama yine de bir sıcaklık sezemiyorum. konuyu tam bilmeden de eleştiri yapmam çok doğru olmamasına rağmen yine de ertuğrul özkök'ün haklı olduğuna kalbimin bir tarafı "lütfen inan" diyor ve acayip baskı yapıyor. kendisinin de dediği gibi s.... r ifadesi artık hepimizin gündelik yaşamda kullandığı ve her türlü filmde sıkça rastladığımız bir küfür.

küfür küfürdür. ne kadar komiklik için söylense de ya da hakikaten küfretmek için söylense de küfür kötüdür. 9 yaşıma kadar "lan" kelimesini kullanmayan ben, o yaştan sonra taşındığımız semtte zamanımın çoğunu sokakta geçirdiğim için tüm küfürleri biliyordum. ama kullanmazdım. şimdi artık kullanıyorum. cevahir avm hikayemin alışveriş kısmını artık ezberlediniz. cevahir'den çıktıktan sonra yağan yağmur ve yollarda oluşmuş olan küçük göllerin içine dalmamak için binbir zorlukla ışıkları bekleyip karşıya geçebilmek için verdiğim çabayla çoktan doğa gezilerinin en aranılan şahsı olmuştum. öküz gibi araba kullanıp, incecik kaldırımın üstünde yeşil ışık bekleyen yayaları görmezden gelen angut sürücülere ana avrat düz gittim. hem de bağıra bağıra. ne babaları kaldı ne anaları. hak ettiler. azıcık yavaş sürseler o çok kıymetli arabalarını ölürler mi? hiç sanmıyorum. şu nazik halimle, o enfes küfürler ağzıma hiç yakışmıyorlar ama çevremde böyle öküzler olduğu sürece hanımefendi sıfatından çıkıp sokak kadını sıfatına girebiliyorum. racon da keserim sokağın ortasında annadın mı?

bunları eve gidip anneciğime anlatınca bana şöyle bir baktı : "sen benim kızım olamazsın!" dedi. annem, bildiğin melek, küfretmez öyle yerli yersiz, dediği köpekten ibarettir. ama ben dediklerimi anlatınca kadın resmen dondu kaldı. ne yapayım? böyle ete böyle kemik. beni insanlar duyarsızlaştırdılar. çözemiyorum, çözdüremiyorum, artık çözmekten de usandım doğrusu. o yüzden küfür edince rahatlıyorum. belki oktay ekşi de rahatlamak istemiştir artık ondan öyle söylemiştir ertuğrul bey. haklı olabilirsiniz ama şuncacık aklımla, size bunları söylemek istedim asla varlığından haberdar olamayacağınız şu yazıyla.

........

thunderbolt naber lan?


eheheheh şaka yaptım :) sen de bazen öyle "aq" tarzı konuşuyorsun ya komik oluyorsun :) valla. 


ya neyse ne diyeceğim bak. özel hayattan insan silmek feysbuktan insan silmeye bedel midir? ne bileyim, özel hayattan insan çıkarmak isteyenler önce bir yerlerden birilerini siliyorlar, sonra pıt! ipler kopuyor.. 


tell me lord, sence bu etik mi? feysbuk olmadan önce biz neydik? 
yoksa yok muyduk? belki feysbuk denilen evreninde içinde yaşıyoruz, komün hayatı gibi. tarlalarımız var efendime söylüyeyim yovillemiz var.. var da var. belki mark bilmem ne bizim tanrımızdır? töbeee! 
ama ne biliyim, artık hiçbir şeye inanasım gelmiyor. aklıma da bunlar geliyor. 


özel hayattan insan silmek istediğim zaman açar söylerim daha seninle görüşmek istemiyorum diye ki yaptım da kaç kere. öyle bir yerlerden silmekle bu işin olabileceğini düşünmek istemiyorum. çok yapay. çok iğrenç. 


avo'nun selamı var new york'tan. 


öptüm.. 


holy can